Güncelleme Tarihi:
C. D. Rose, 1960’ta Manchester’da doğdu. O zamandan beri, yarım düzine farklı ülkede yaşadı ve çalıştı. Edebiyat kariyerine de Paris, Napoli, St. Petersburg, Lizbon, Manchester ve Birmingham’da geçen hikâyelerle başladı. Dergi ve antolojilerde yer alan bu hikâyelerden biri Granta’da yayımlanmıştı. Ancak ironik olarak görece başarıyı 2014’te yazdığı başarısızlıkla ilgili inceleme kitabıyla kazandı: ‘The Biographical Dictionary of Literary Failure’ (Olamayanlar: Edebiyat Tarihinden Büyük Başarısızlık Öyküleri).
TEKİNSİZ ŞEHİR, TUHAF KARAKTERLER
Tarihin en başarısız yazarlarına kusursuz bir saygı duruşu niteliğindeki ‘Olamayanlar’, unutulmuş 50’den fazla yazarın biyografisini konferans dizisi biçiminde inceleyen değişik, sevimli bir kitaptı. Postmodern bir oyuna kalkışmamış, adını hiç duymadığımız bu yazarları kafadan uydurmamıştı Rose. İş kurmacaya gelince farklı bir yol izlemiş; ‘Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir?’i var olmayan yazarların var olmayan romanları etrafında kurgulamış.
Hikâye kendi çalışmasına atıfta bulunarak başlıyor: “Birkaç yıl önce, yayına hazırladığım bir kitabın (Olmayanlar) kazandığı mütevazı başarı sayesinde, Orta Avrupa’nın uzak sayılabilecek bir köşesindeki adını vermeyeceğim küçük bir şehrin üniversitesinden bir dizi konferans vermek üzere davet aldım. (...) Kayıp, unutulmuş ya da hiç hak etmediği halde göz ardı edilmiş kitaplar üstüne 10 konferans teklifine dönüştü davet...”
Bu durumda anlatıcının C.D. Rose olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki hikâye gerçeklikle öylesine eşitlenemez ki anlatıcının kimliği hiç de önemli değil. Akademik unvanıyla ‘Doktor’ olarak anılan bu adamın özeline dair edindiğimiz yegâne bilgiyi baştaki ve sondaki iki paragraftan çıkarıyoruz:
“Böylece yolun sonuna varmış oldum, bu havada fazla gelmiş paltosunun cezasını çeken, şapkası paralanmış, iki elinde birer hantal bavul taşıyan bir adam olarak. Ülkesindeki kargaşadan ufak ufak sıvışan o ebedi göçmen de olabilirdim pekâlâ; yıllarca bir anlam ve amaç peşinde o şehir senin bu şehir benim yer değiştiren o yurtsuz adam hani. (...) Genç olsaydım, ucuz bir müzikalin başındaki o hevesli yeniyetme de olabilirdim; hani bavullarını kaldırıma bırakıp dikelerek sırtını esneten, sonra ıslık çalıp, ‘Hey gidi koca şehir, bakalım neler çıkacak bahtıma’ diye iç geçiren o küçük adam. Aslında bu saydıklarımın hiçbiri değildim ama kendimde hepsinden ufak tefek parçalar görebiliyordum.”
Geldiği şehir Avrupa’nın doğusunda, dili ve kültürüyle anlatıcıya daha baştan yabancılık ve tekinsizlik duygusu veren bir yer. Niyeti hem konferanslar vermek hem de Guyavitch isimli gizemli bir yazarın izini sürmektir. Ne var ki bu sürekli hareket eden, sanki kaybolmak için inşa edilmiş şehirde, ona eşlik eden tuhaf insanlar arasında niyetini gerçekleştirmek hiç kolay değildir. Üstelik konferans dizisi başladığında istediği etkiyi de yaratamamış, haftalar geçtikçe olaylar, mekânlar ve insanlar daha da gizemli bir hal almıştır. Kahramanımız kurmaca ile gerçeklik arasında bir yere sıkışmış gibi hissecektir kendisini: “Okuduğu kitaplardan yola çıkarak kendini oluşturmuş insanlardık -belki okuduklarımızdan hareketle birbirimizi de uydurmuştuk. Gerçeklikle başa çıkmanın başka yolu var mı, var olmanın başka yolu var mı?”
EDEBİYAT TUTKUSU
‘Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir?’in kahramanı okuma tutkusuyla, sığındığı romanlarla, o romanların unutulmuş yazarlarıyla başa çıkmaya çalışıyor kendisini zorlayan gerçeklikle. Böyle bir karakter ve kurguyla C.D. Rose’un yaptığı edebiyat yoluyla, kendimizin ötesindeki benlikleri işgal edebileceğimizi gösterebilmek. Nitekim anlatıcı-akademisyenin deneyimleri ile konferanslarında sözünü ettiği karakterlerin deneyimleri arasında benzerlikleri fark edebiliyoruz. Tıpkı uzmanlaştığı konu -unutulmuşlar- gibi kahramanımız da bu dünyada kalıcı bir iz bırakamayacağının farkında.
Bir yandan, neresi olduğu belirsiz bir şehirde, tekinsiz bir maceraya atılan isimsiz bir anlatıcının hikâyesi; öte yanda, anlatıcı tarafından verilen dokuz konferans -dokuz hayali roman özeti- var. Romandan alıntıyla şöyle de ifade edebilirim: “Anlatıcıların öykü anlattığı zamanlar vardır ve anlatıcıların kendilerinin öykü olduğu zamanlar vardır. Bu kitap her ikisi de.”
‘Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir?’in postmodern bir anlatı olduğu çok açık. Metinlere yapılan gerçek ve sahte göndermeler, üst kurmaca kullanımı, kendi yapaylığına ve gerçekdışılığına dikkat çekmesi, birbiriyle tematik olarak bağlantılı iki ayrı hikâye... İlk bakışta biraz karmaşık görünebilir. Buna ek olarak yazarın üzerinde durduğu -edebiyat, kişilik, zaman, mekân, hafıza gibi- temaların ağırlığı da giriyor hikâyenin içine. Bu tarz temalarla uğraşan romanların pek çoğunun bir hayli yorucu olduğunu biliyoruz. Neyse ki C.D. Rose, bunlara hafif dokunuşlarla yaklaşmış. Hikâyenin merak öğesinin yanına mizah ve ironiyi de eklemesi okuyucu açısından ayrı bir keyif.
Romanın en beğendiğim yanı hayali kitaplarla ilgili konferanslar oldu. Merkezi olay örgüsünün uzağında gibi görünmeleri ve edebiyata odaklanmaları nedeniyle kimi okuyucunun ilgisini çekmeyebilir. Ancak hiç yazılmamış dokuz kitap hakkındaki dokuz konferansta Rose’un edebiyata ve edebiyat eleştirisine hâkimiyeti hayranlık verici. Foster’ın ‘Roman Sanatı’ndaki konfranslarını ya da Umberto Eco’nun edebiyat yazılarını hatırlatan, çok parlak, zaman zaman eğlenceli ve akıcı konuşmalar. Polisiye, gotik, dram, tarih gibi değişik türlerde verdiği her derste yazarı/anlatıcı bu türler ve genel olarak edebiyat anlamında etkileyici yorumlar yapıyor. Hayali romanları mükemmel biçimde özetliyor, hayali yazarlara şaşırtıcı biyografiler uyduruyor ve buradan Borges’in, Bolano’nun, Eco’nun, Vila-Matas’ın yitik metinlerle örülü metinleriyle akrabalık kuruyor. Öte yandan gerçek yazarlara ve gerçek metinlere ve günümüz edebiyat âlemlerine açılan bir kapısı da var hikâyenin.
‘Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir?’in taşlamasından en çok nasiplenen ise edebiyatı ‘bilimsel’ bir analize, romanı bir nesneye indiren, her şeye teorinin merceğinden bakarak metinlerin ruhunu ihmal eden akademi dünyası.
Bu roman edebiyat dünyasının modern sorunlarının mizah dolu bir eleştirisi olarak bile okunmaya değer. Ne var ki bu söylediklerim dar bir okuyucu topluluğunun ilgisini çeken nitelikler. ‘Unutulmuş kitaplar’ üzerine kurgulanmış bu hikâye korkarım ki okuduğumuz romanı da kapsayacaktır. Edebiyata adanmış bir romanın yazarı olarak C.D. Rose’un bunu sorun edeceğini düşünmüyorum: “Kaybolmuş çok kitap var, onları asla tanıyamayacağız, okuyamayacağız, çünkü yitip gittiler. Onları yaşatmamızın tek yolu nasıl kitaplar olabileceklerini, hangi noktaya gelebileceklerini hayalimizde canlandırmak. Gerekirse yoktan bir hikâye var edin.”
Unutulmuş bir yazarın verdiği öğütleri aktararak bitireyim: “Kendi kitabından bahseden yazarları hiçbir zaman dinlemeyin. (...) Asla kendinizden bahsetmeyin. Okuyun, dinleyin, düşünün.”