Güncelleme Tarihi:
Deneyimli gazeteci ve televizyoncu Aysun Öz, Karakarga Yayınları’ndan çıkan 'Ofistike Şeyler'de, özellikle pandemi döneminde ve sonrasında insanlığın içinde kıvrandığı bilinç krizinin daha çok ofis milletini ilgilendirdiği fikrinden yola çıkarak kaleme aldığı bu eserinde okuyucuyu adeta “bilgi bombardımanı”na tutuyor. Dilimize kazandırmaya aday “ofistike” kelimesiyle de birçok tanımın altını çiziyor.
Ofis çalışanları; çıkarlarını en iyi savunacağını düşüneceğiniz, sözde bireyselleşmede en önde gidenlerimiz, en eğitimli gibi duranlarımız, en çok eğleniyor gibi görünenlerimiz... Ama yazara göre durum, hiç de göründüğü gibi değil. Hatta bu kanaatlerin her birinde büyük hayal kırıklığı potansiyeli var. Aysun Öz, ‘Ofistike Şeyler’de konuyu derinlemesine ele alıyor. Araştırma kitabı tadındaki bu eserde yazarın meslek hayatı boyunca yaptığı röportajlardan, birçok ünlü ismin görüşlerinden, sanattan, edebiyattan, filmlerden, kitaplardan, çeşitli araştırmalardan bilgiler sunuluyor. “Kafa açıcı” bu fikirler, okuyucuyu kimi zaman adeta tokatlıyor kimi zaman ise umutlandırıyor.
Sahi, ofisler herkesin mutlu mesut çalıştığı, iş saatleri dışında kendini geliştirecek ya da eğlenecek yeterli maddi-manevi imkana sahip olduğu yerler mi hâlâ? Durum epey değişmişe benziyor. Aysun Öz, insanın karşı karşıya kaldığı türlü halleri, başta ofis ahalisi olmak üzere herkese: “Bakın işin bir de bu tarafı var.” diyerek tane tane anlatıyor. Düşünmemiz gereken yepyeni fikirler sunan bu kitapta, hepimizin karşı karşıya olduğu anlatılması güç durumlar anlatılıyor.
Gökyüzüne bakamıyor, baksak da yıldızları göremiyoruz
Ofis çalışanları olarak artık sadece mutluluğu arıyoruz. Kendi küçük dünyamızda olan bitenden başka pek bir şeyle ilgilenmediğimiz doğru. Yoğun ve stresli iş hayatının karmaşasında çoğu zaman başımızı uzatıp gökyüzüne bakamıyor, baksak da yıldızları göremiyoruz. Evet, belki bu bizim suçumuz değil. Küresel krizler, enflasyon belası, geçim derdi, sorumluluklar derken kafamızı gömecek kum dışında bir şeyle ilgilenemiyor gibiyiz. Ama hiç mi yok bir yolu? Biraz bilimden, biraz edebiyattan, biraz sanattan, biraz lezzetten bahsetsek ya da kendimizi geliştirecek yeni bir uğraş bulup dünyada olup bitene hafifçe kulak kabartsak? Kimse küresel krizlere bizim çare bulmamızı beklemiyor elbette. Ya da bu çareler sokakta, kahvehanelerde yeterince yüksek sesle dile getiriliyor. Ama sırf kendi mutluluk reçetemizi arayarak da yaralarımızı saramayacağımız aşikar. Önce doğru doktoru bulmamız, bilime inanmamız gerek!
Sadece çalışmak kendi başına büyük bir haz ya da ekonomik bir ferahlık yaratabilir. Ancak bilmeliyiz ki teknolojinin gelişmesinden ekonomik gidişata kadar dünyada olup biten her şey, bizi işimizle ve çalışma biçimlerimizle de tehdit ediyor. Teknoloji fetişinde boğulmamız, her sanat eserini ellerimiz patlarcasına alkışlamamız gerekmiyor elbette. Ama “kişisel gelişim” kitaplarına vakit ayırdığımız kadar sanata yönelsek, belki her şey başka türlü olur; sorgulamayı, düşünmeyi, bütünleşmeyi daha iyi kavrardık. Asıl mesele, gerçek bir tutku sahibi olmak.
Yazar, küçük bir bölümün ürettiğini büyük bir bölümün pazarlaması ve tüketmesi gibi açıkça sorunlu bir durumda olduğumuzu söylüyor ve Ofistike Şeyler’de başarının tarifini yeniden yapıyor. Hiçbir yere tam yetişemeyen, yetişmek zorunda olduğumuz noktalar arasında yolculuk ederken doğru yerde olduğunu hisseden, “başka yerde kuşağı” olduğumuz gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Daima başka yerde olması gerektiğini hisseden insanlar olarak telaş yakamızı bırakmıyor. Oysa ne hızlı olmak bir yere varmamızı sağlıyor ne de bu telaş bizi daha iyi bir noktaya taşıyor.
“Mesela lüzumsuz şeyler öğrenin, pek kimsenin yapmadığı bir şey yapın ve klasikleri okuyun. Çok paranız yoksa en azından özgün olun.” diyor Aysun Öz. Bu noktada yaşadığımız şehirde turist olmaya, doğaya, tarihe, mutfağa, keşfedilmemiş olanı keşfetmeye davet ediyor bizi.