Güncelleme Tarihi:
‘Senin Gibi’de yaş, renk, ırk, sınıf, eğitim, kültür açısından uç noktalarda duran bir kadınla erkeği bir araya getirip benzersiz bir aşk yaşatıyorsunuz. Hikâye bir yönüyle kutuplaşmış, gergin dünyamızın resmini çiziyor. Romanın ilk fikri nasıl gelişti?
Yaş, ırk, sınıf açısından ayrılan iki farklı insanı bir araya getirme ve bu bariyerlerin gerçek olup olmadığına bakma fikri aklıma birkaç sene önce gelmişti. Ama bununla ne yapacağımı bilmiyordum. Brexit’in ardından doğru zamanın geldiğini hissettim. Ülke kutuplaşmıştı, bizi birbirimizden ayıran şey zihnimdeydi ve pek çok ülke İngiltere’deki kutuplaşmanın bir versiyonundan geçiyor gibiydi.
Bu ‘kutuplaşma’ perspektifi romanı son derece ilginç ve canlı kılıyor. Pek tabii ki Türkiye’de de hayat benzer bir atmosferin içinde akıyor. Öte yandan, Lucy ve Joseph’in çevresindekiler dahil tüm karakterler finalde huzurlu, barışçıl bir ortamda buluşuyor. Sizi çağımız hakkında umut dolu buldum, ne dersiniz?
İnsanların bu kadar çaresiz hissettiği bir dönemde umutlu bir kitap yazmak istedim. Her şeyin ne kadar berbat olduğunu anlatan yeteri kadar çağdaş roman var gibi geldi bana... Romancılar bu konuda çok iyi! Ama ben, bugünden daha iyi görünen bir gelecek hayal etmeye çalışıyor, bir yandan da bu iyimserliği gerçek hayatta da yeşertmek istiyordum. Sanatçıların işinin bir parçası da bizlere yaşamak için bir sebep vermek diye düşünüyorum, öyle değil mi?
Karakterleriniz yer yer aidiyetlerine dair sohbet ediyor. Gerçek hayatta da dünya küçüldükçe milliyetçiliğin yükselişine tanık oluyoruz. Romanın ana akslarından biri olan Brexit ya da ABD’nin Trump dönemi bu durumun en belirgin iki örneği. Oysa 2020 civarında her şeyin çok daha farklı olacağını düşünürdüm, sizin hissiyatınız ne yönde?
Bu durumu şimdilerde eskiye kıyasla daha iyi anlamaya başladım. Bu durum beni korkutuyor tabii ki. Ama müthiş İngiliz belgeselci Adam Curtis, son BBC dizisi ‘Can’t Get You Out Of My Head’de milliyetçiliğin köklerinin izini çok daha geride sürüyor. İnsanlar güçsüz hissediyor çünkü ister solcu olsun ister sağcı, seçtikleri hiçbir politikacı bankalar ve piyasalar tarafından kontrol edilen sistemi değiştiremiyor. Trump’a ya da Brexit’e oy vermek sanki bir yanılgıya ya da kendi kuyusunu kazmaya işaret ediyor gibi gelebilir ama bu davranışla insanlar aslında tekere çomak sokuyorlar.
Karakterlerinizden Lucy bir ‘boomer’, Joseph ise Y kuşağına mensup. ‘Boomer’ kuşağına mensup bir Z Kuşağı ebeveyni olarak bu jenerasyonlar arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Ortak bir zeminde buluşmaları mümkün mü?
Aslına bakarsanız gerçekte o kadar da farklı değiliz. Oğullarımla benim ilgimi çeken şeyler çoğunlukla aynı; müzik, futbol ama aynı zamanda siyaset, sosyal adalet, komedi ve insanlar… Bazı enstrümanlarda farklılaşıyoruz, X-Box beni çıldırtıyor mesela ama şarkımız aynı…
Kuşaklardan bahsetmişken, 1980 doğumlu bir kadın olarak genel manada kendimi şanslı hissediyorum. 90’ları yaşadım, internetin ilk günlerini gördüm, şimdi dijital çağın içindeyim… 2000’lerde doğup da 80’leri ve 90’ları kaçırmış olmak istemezdim. Sizde durum ne?
Sizce de herkes kendi gençlik döneminde, genç olduğu için kendini şanslı hissetmez mi? Ben üniversiteyi ücretsiz okudum -bu durum artık geçerli değil-, punk doğduğunda 19 yaşındaydım, hiç savaş görmedim ve bugün, bu berbat zamanlarda bile bir enfeksiyon hastalığından ölme ihtimalim yok. Yine de küresel iklim değişikliği yüzünden ileride, -benim değil ama- çocuklarımın çok şiddetli ve kötü değişiklikleri deneyimleyebileceğinden endişe ediyorum.
DICKENS YAŞASA NETFLIX’E İŞ YAPARDI
Lucy ile Joseph kelimenin tam manasıyla sıradışı bir çift, günlük rutinleri de öyle. Birlikte Lucy’nin evinde karantinaya girmek zorunda kalsalar neler olurdu?
Birlikte izleyecekleri daha bir sürü film var! Joseph, çocukların evden eğitim sürecinde Lucy’ye çok büyük destek olurdu. Lucy’nin çocukları annelerine bir köpek almaları için yoğun baskı yapardı, Lucy de kabul etmek zorunda kalırdı ve çocuklar köpeği gezdirmeye falan çıkarmazdı. Ama ikisinin ruhen de ilgi alanları açısından da mutlu olmaya yetecek kadar donanımlı olduklarını düşünüyorum.
Günümüzde insanları herhangi bir şeye şaşırtmanın, eskisine kıyasla daha zor olduğunu düşünüyorum. Bir yazar ve TV için iş üreten biri olarak ne düşünüyorsunuz, internet öncesi çağda hikâye anlatıcılarının işi daha mı kolaydı?
1970’li ve 80’li yıllarda yetişkin bir insandım ama şimdi düşününce o dönem, cep telefonları yokken birbirimizle nasıl iletişim halinde olduğumuzu hatırlamıyorum bile. Telefonun, evde ve çoğu zaman sabit bir yerde duran bir şey olması, ulaşamadığın kişiye mesaj bırakmak zorunda olmak ya da yanıt alamamak bugünden bakınca saçma geliyor. Teknolojiyi hikâye anlatma sanatının ayağına dolanacak bir şey olarak görmüyorum. Aksine, teknoloji farklı olasılıklara imkân sağlıyor.
Görüntü ve sesin, yazıdan daha popüler olduğu bir dönemden geçiyoruz. Prestijli bir yazar olan Oya Baydar “500 sene sonra ne Shakespeare kalacak ne Goethe. O zamanın insanları edebiyatın yokluğunu da hissetmeyecek” öngörüsünde bulunmuştu. Siz ne dersiniz?
Oya Baydar’a katılıyorum. Teknoloji, sanatı her zaman değiştirmiştir. Bir vinil plağın uzunluğunu, bir parça plastiğe kaç şarkı sığabileceği belirlerdi. Ben, can sıkıntısından kurtulmanın en kolay ve en iyi yolu okumak olduğu için bir okur oldum. Oğullarımın önündeyse daha farklı -dürüst olmak gerekirse, daha ilgi çekici- seçenekler var. Günümüzde uzun soluklu televizyon dizilerinde; uzun, komplike, kimi zaman anlamlı hikâyeler anlatılabiliyor. Yaşasaydı Dickens’ın yapacağı da tam bu olurdu. Muhtemelen Netflix ile büyük bir yapım için anlaşma yapardı! Kitaplara her zaman yer olacaktır. Ama kültürel hayatımızdaki yerlerinin hiçbir zaman 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarındaki kadar merkezde olacağını düşünmüyorum. Bunda kısmen romancıların da suçu var. İnsanların bugünkü haline uyum sağlamakta başarılı olmayan hikâyeler yazarak çok fazla vakit kaybettik. Ve kimimiz de daha hızlı bir eğlence kültürüne alışmış olan insanlara sıkıcı gelen hikâyeler anlattık. Bu insanların hatası değil. Gidişat bu yönde.
ERKEKLER ÜZERİNE YAZMAKTAN SIKILMIŞTIM
Seneler boyunca erkeklerin dünyasına dair romanlar yazan bir isimdiniz ama son yıllarda hem edebi üretiminizde hem de TV işlerinizde kadın perspektifi ağırlık kazanmış durumda. Feminist bir ton yakaladığımı bile söyleyebilirim. ‘Senin Gibi’nin Lucy’si bunun son örneği. Kadınlar üzerine yazmak sizin için konforlu bir alan mı, erkek ve kadın perspektifinden yazmak arasındaki farkı nasıl tanımlarsınız?
Gerçek şu ki ‘Fever Pitch’ten (Futbol Ateşi) sonra kadınlar hakkında yazmaktan korkuyordum. Erkeklerin tutkulu olduğu bir şey üzerine (futbol) yazmış bir erkek yazardım. ‘High Fidelity’ (Ölümüne Sadakat) ile ilgili sorunlardan biri, Rob’ın kız arkadaşı Laura’nın çok olgun bir kadın olmasıydı. Çünkü karmaşık bir kadın hakkında yazmaktan bu şekilde daha kolay kaçabileceğimi düşünmüştüm. Ama bu durum ‘About A Boy’ (1 Erkek Hakkında) ve daha sonra da özellikle, senaryosunu yazdığım ‘An Education’dan (Aşk Dersi) sonra değişti. Erkeklerden, özellikle de akranım olan erkeklerden sıkılmıştım ve birdenbire önümde yeni bir dünya belirdi. Her iki cins hakkında yazarken de eşit derecede rahat hissediyorum ama kendime güvenmeye ihtiyacım vardı.
Türkiye’den okurlarınıza bugünlerde sevdiğiniz kitap ve TV dizilerinden tavsiyeleriniz olur mu?
En sevdiğim ‘gizli’ TV dizisi ‘Rectify’. İdam mahkûmu olarak uzun yıllar Amerika’da bir hapishanede tutulan ve daha sonra küçük kasabasına dönen bir adamın hikâyesini anlatan, şaşırtıcı derecede güzel bir dizi. Son zamanlardaki favori romanım ise Kevin Wilson’ın müthiş kitabı ‘Nothing To See Here’. İki çocuğa bakan genç bir kadının… Peki, size ne yaptıklarını anlatmayacağım. Eğlenceli, yaratıcı ve duyguları harekete geçiren, zor zamanlar için mükemmel bir kitap.