Güncelleme Tarihi:
Edebi yolculuğuna şiirle başlayan, ‘Uzak Su’ dosyası ile 2010 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne, ‘Sonrası Yaz’ dosyası ile 2011 Homeros Şiir Ödülü’nde ikinciliğe değer bulunan Halil İbrahim Polat’ın geçtiğimiz günlerde ‘Viyolonsel’ adlı bir romanı çıktı. Daha önce Palto Yayınları’ndan çıkan ‘Viyolonsel’in şimdiki adresi Destek Yayınları.
Kitabın kaba konusuna bakacak olursak; öncelikle karşımıza tıpkı kahramanları gibi karanlık, kasvetli ve çeşitli varoluşsal kaygılarla dolu bir atmosferin çıktığını görürüz. Kitabın başkarakteri Aden, verili dünyadan tamamen kopmuş biri. Verili dünya ne mi? Doğumdan ölüme giden yolda herkes için öngörülen bütün standart basamakları kapsayan bir tür insan fabrikasıdır verili dünya. Aden işte bu döngüyü reddeden bir karakter.
Bunun da bir bedeli var kuşkusuz. Aden, zaman içinde yalnızlığına sarılıp karşısına çıkan hemen her şeye sırtını çeviren bir yabancıya, bir ötekine, bir uyumsuza dönmüş durumda. Işığı görmüş yarasalar gibi aile evinden (kaçarcasına) ayrılıp kendine yeni bir yaşam kurması bu yüzden zaten. Roman işte bu yeni yaşamla başlıyor.
“Tüm anılarımı bırakıp kaçtığım eski evimden buraya yeni bir hayat kurmak için gelmiştim aslında. ‘Yeni bir hayat!’ ne yakışıklı bir çağrışıma sahip değil mi? Yeniden kendimi topluma kurmak için geldiğim bu apartmanda, eski günlerin hatıraları arasında ‘yeni hayat’ hezeyanı ve bir viyolonselin merhametine düşmek. Ne hazin bir hayat!”
HAPİSHANE İÇİNDE HAPİSHANE
MÜZİK EN İYİ İLETİŞİM ŞEKLİDİR
Yeni hayatında, yalnızlığından sonra ona iyi gelen tek şey alt kat komşusu Dina’nın uzun saatler boyunca çaldığı viyolonselidir. Aden ile Dina’nın ilişkisi bildik şekilde başlayıp ilerlemez. Aden ne kadar karanlıksa Dina da o kadar karanlıktır. Hem birbirlerinin yanında olmak isterler, hem de bütünüyle yalnız kalmaya çalışırlar. Yalnızlık onlar için bir ilaç olabildiği gibi bir zehirdir de. Ne zaman rahatlayıp ne zaman kahroldukları bu yüzden belli olmaz. Yalnızlık gibi bir arada olmak, sohbet etmek de aynı etkiye sahiptir. Hem zehirli hem şifalıdır.
Viyolonsel, kendi mağaralarına kapanan, dünyaya ve insanlara sırtlarını dönen iki münzevinin yaşadıklarının konu edinir. Zaman zaman mağaralarından çıkıp birbirlerine dokunurlar, sonra da gerisin geri kaçarlar; o kadar.
Onları birbirlerine yaklaştıran şey müziktir. Müzik, konuşamadıklarını, paylaşmaktan çekindiklerini, çeşitli sebepler yüzünde içlerinde -sırtlarında mı demeli- taşıdıkları acıları boşaltmalarına yardımcı olur. Belki de konuştukları zamanlarda birbirlerini bu kadar iyi anlayamazlar. Ne de olsa kelimeler sınırlıdır. Duyguları tam anlamıyla ifade etme gücünden yoksundur. Ancak müzik öyle mi. Müzik en iyi iletişim şeklidir.
Viyolonsel’in diliyse atmosferine uygun şekilde aforizmalarla dolu. Bu da romana kendine has bir renk veriyor. Bu renkte Polat’ın şairliğinin de katkısı var kuşkusuz.
Viyolonsel, yalnızlığı ve varoluşsal acıyı neredeyse kutsal bir tapınak bellemiş iki karakterin ruhsal çatışmalarını işleyen bir kitap. O tapınağı kurmak ne derece mümkündür, kurunca ne işe yarar, insan ne zaman kendisi olur; bütün bunlar elbette tartışma açık meselelerdir. Polat, Viyolonsel’den buna kendi yorumunu getiriyor.