Güncelleme Tarihi:
Caz sanatçısı besteci ve keyboardist Nevzat Yılmaz, İstanbul türkülerini retro-funk tarzında düzenlediği ikinci albümü 'No: 34' ile müzikseverlere lezzetli ve enerjik bir müzik ziyafeti sunuyor. Yılmaz’la caz müziği ve ikinci albümü 'No: 34' üzerine konuştuk.
İlk albümünüz ‘Göç’ün ardından çok daha farklı bir tarzda ‘No: 34’ü yayınladınız. Yeni albümünüzü anlatır mısınız? Kimlerle çalıştınız? Türküleri seçme süreci nasıl ilerledi?
No: 34 İstanbul türkülerinin retro-funk yorumlarından oluşuyor. İçerisinde çokça bilinen türküler olduğu gibi daha az bilinenler var. Seçim yapmadan önce onlarca türkü, şarkı dinledim ve üzerinde düşündüm. Sonuç olarak kurmak istediğim yapıya en uygun olanları seçtim. Bu albümdeki yapı, müzik dünyasına bir önermedir diyebilirim. Albümde çalan müzisyenler; hepsi benim uzun yıllardır çalıştığım ve alanlarında en yetkin olan müzisyen arkadaşlarım. Bütün enerjilerini ve heyecanlarını kendi albümleriymiş gibi sahiplenip şevkle çaldılar. Hepsine minnettarım. Maltepe Üniversitesi’nde müzik ve oyun derslerine giriyorum. Bu vesile ile tanıştığım amatör ama son derece yetenekli gençlerden oluşan bir koro, albümde şarkıları söyledi ve bence müthiş söylediler.
Albüm doğu-batı sentezinin yanında caz öğeleri de barındırıyor. Düzenlemeleri nasıl yaptınız?
Caz öğelerini barındırdığı doğrudur ancak daha çok blues öğelerinin baskın olduğunu düşünüyorum ki bu benim açımdan kasıtlı bir seçim. Düzenlemeleri de bu öğeleri gözeterek yaptım. Burada üzerinde kafa yorduğum ve bence albümün en önemli önermesi alt yapı-üstyapı ilişkisinin birbirlerine üstünlük sağlayamayacak biçimde oluşturulmasıydı. Gelelim sentez meselesine; Tez-Antitez- Sentez diyalektiğinin müzik dünyasının söz dağarcığına nasıl ve hangi sosyal-kültürel şartlarda girdiğini tarihsel olarak biliyorum. Bu yüzden sentez kavramına hep mesafeli olmuşumdur. Bu albüm de bir sentez değil. Hiçbir müzik formu/tarzı diğerinin tezi veya antitezi olamaz. Hepsinin kendine göre bir dünyası ve anlatım biçimi vardır. Korunması, incelenmesi ve dikkatlice bakılması gereken de budur.
Çok uzun yıllardır müziğe emek veriyorsunuz. Dijital dünyanın hızıyla birlikte müzikteki değişimi nasıl değerlendirirsiniz?
Çok küçük yaşta köy düğünlerinde darbuka, sonrasında bağlama çalarak müziğe başladım. Marmara Üniversitesi’nde klasik müzik eğitimi aldım ve Türk pop müziğinin yükselişe geçtiği 90’ların başından beri besteci-aranjör ve sahne müzisyeni olarak bu dünyanın içindeyim. Neredeyse 40 yıldır müziğimizin nereden nereye geldiğinin canlı tanığıyım. Müziğimizde bir değişimden çok müziğimizin insanlara sunum biçiminde bir farklılık var. Bu zor bir konu. İçerisinde çok farklı kavramları barındırıyor. Tehlike, bu üretim ve tüketim döngüsünde klasikleşme potansiyeli olan eserlerin dikkatlerden kaçması ve kendini yeterince ifade edememesidir. Biz sanatçılar için sadece şunu söylemekle yetineyim, hıza karşı yavaşlığı savunmamız gereklidir ve elzemdir. Bizden istenen hızlı üretim, sonunda bizi seri mallar üreten bir tüccara dönüştürür.
Diğer caz ve Türk müziği projelerine kıyasla albümünüzde temel fark nedir? Armonik, ritmik ve melodik materyalleri nasıl bir harmanlama süreci yaşadınız?
Bu önemli bir soru. Yıllarca caz müziğini incelemiş ve çalmış bir müzisyen olarak şunu söyleyebilirim; caz müziği ve dolayısıyla caz müzisyenleri, karmaşıklığı estetik bir ön koşul olarak kabul etme eğilimindeler ve bu bakış açısı müzik sosyolojisi açısından diğer türleri ve müzisyenleri daha aşağı bir kategoride görme gibi bir sonuca varıyor. Benim bu albümdeki önceliğim armonik ve ritmik olarak bu ön koşulu reddetmemdir ve bunun için de hem türkülerde hem de caz müziğinin içerisinde bunu aramamdır. Kısacası müzikte karmaşıklık, estetik bir ön koşul değildir.
Ortaya koyduğunuz bu formun Türk müzik tarihindeki tarihsel bağı nereye uzanıyor?
Hepimizin kişisel aynı zamanda toplumsal tarihi var. Bir şey söylerken ve yaparken bu tarihsel bağlam bizi kuşatır. Türk müziği yüzyıllar içerisinden süzülüp gelmiş, kendini kurarken birçok türle ve kültürle karşılaşıp şimdiye ulaşmıştır. Türk müziğinin modernleşme serüveni de böyle bir sürecin içinde var olmuştur. 19. Yüzyıl başları bu açıdan önemlidir. Ben tarihsel bağlam olarak orayı seçtim. Bu dönemde Türk müziğinin Batı enstrümanlarıyla icrası konusunda radikal bir değişiklik var. Ağırlıklı olarak nefesli bakır çalgılar burada öncü. Batı çalgılarıyla Türk müziği çalmak… Bu çok uzun zaman 1980’lere kadar popüler müziğimiz üzerinde etkili oldu. Bu albümde yakalamak istediğim sound, 1800’lerin ortasından itibaren operetlerle baskın hale gelmiş bir yapı.
Biliyoruz ki İstanbul türkülerinin birçoğu anonim. Anonim tanımı, üzerinde çok düşünülmeyen bir terim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Anonim, kimin ürettiği belli olmayan olarak tanımlanıyor günümüzde. Dolayısıyla onu üreten, bilinmeyen bir kişiye atıfta bulunuluyor. Bu kısmen doğru ancak anonim bir kavram olarak kendinde daha fazla anlam taşıyor kanımca… Ben anonimi ‘herkes’ aynı zamanda ‘hiç kimse’ olarak düşünüyorum. Ben onu dil gibi düşünüyorum; bizden önce bizim dışımızda kendini kurmuş, doğduğumuzda orada olan ve öldüğümüzde de orada olacak olan…
Gençler bu müziği sevmedikleri için mi dinlemiyorlar, yoksa duyabilecekleri alanların ve mecraların bu müziği sunmamasından mı kaynaklanıyor?
Stravinsky’den bir alıntı yapayım. Hatırladığım kadarıyla şöyle diyordu: ”Her şey toz duman olup dağıldığında ortada kalan melodidir.” Gençlere yeni diye sunulan, çoğunlukla tekniğin imkanları sayesinde üretilen sound yapısı. O yapıdan melodiyi alıp onu tek başına söylendiğinizde bu açıkça farkedilir. Önümüze ‘eski şarkıların’ gelmesinin ve gençlerin bunları sanki yeni üretilmiş gibi sahiplenmesinin nedenini düşünmek lazım.
Dünyaca ünlü müzisyenlerin doğu toplumlarındaki önemli müzik türleri ile iletişimi çok yoğunken neden Türk müziği ile hiç ilgilenmiyorlar ya da çok az ilgileniyorlar?
Dünyada geleneksel Türk müziği temelinde Acem-Arap müziği olarak algılanıyor. Bu çok acayip bir durum. Batı kültüründe oluşan oryantalist bu cehaleti yıllarca besledi. Kendine özgü bir yapısı ve dünyası olan Türk müziği devasa bir külliyata tarihselliğe sahiptir. Ne diyeyim, bir yandan cehalet bir yandan bilgisizlik ve önyargı.
Müziğe ilgi duyan gençler, ilk olarak geleneksel Türk müziği ile mi yoksa Batı müziği ile mi başlamalı?
Bir başlangıç noktası ve kriteri koymak istemem. Sadece şu önemli; en kötü şey müzikler arasında ayrım yapıp birinin diğerine karşı üstün olduğuna inanmak. Bu çok kötü ve yararsız ancak bir tür içerisinde seçici olmak ve o müzik türünün nitelikli eserlerine yoğunlaşmak önemli. Her klasik batı müziği eserinin nitelikli, her Türk müziği eserinin aynı değerde olmadığı gibi.
Geleneksel Türk müziğinin evrensel olamayacağı ön yargısı nereden besleniyor?
Müzikal bağlamda şu ön yargıyı tespit edelim; Doğu müziği yatay yani armonik olmayan, Batı müziği dikey yani armonik yapıya sahip müzik formlarıdır. Bu, Batı müziğinde melodi yoktur anlamına gelmez tabii... Ancak müzikte evrensellik kategorisi zaman içerisinde armonik yapıya uygun olanı bu kategoriye dahil etti. Tek sesli olan ve armonik yapıyla uyumsuz olanları bu kategorinin dışına itti. Burada suçlu olanı armonik yapıya uyum göstermeyen olarak ilan edilen bakışın bizde de değişmesi gerekir. Bu son zamanlarda aşılmaya çalışılan bir sorun.
Konsept projeleriniz devam edecek mi?
Evet. Bu uzun soluklu bir proje olacak. Bundan sonra No: 35, No: 06 gibi farklı coğrafyaların müzikal yapılarını bu forma sadık kalarak yapacağım. Bu proje bir yandan yürürken farklı tarzları da denemeyi sürdüreceğim.
Peki siz kimleri dinliyorsunuz?
Yaşamımda dönem dönem farklı müzik tarzları ağır bastı. Kimi zaman caz, kimi zaman TSM, kimi zaman rock… Bu aralar 21. yüzyıl çağdaş bestecilerinin eserlerini dinliyorum.