Güncelleme Tarihi:
Osmanlı kendi içindeki okumuş yazmışları bürokratik konumuna bakmaksızın en genel anlamda ulema olarak vasıflandırıyordu. İktidarın mutlak hâkimiyeti, doğası gereği hemen her konumdaki şahsiyeti ayrıca ‘kul’ olarak görüyordu ve bunda çelişik bir durum da yoktu. Tanzimat’la beraber yönetim şeklinin ve kavramların tartışmaya açılması çağla ve dünyada olup bitenlerle yakından ilişkiliydi. Fransız İhtilali sonrası neredeyse her şey temelinden sarsılmıştı. Tanzimat bir toparlanma olduğu kadar yenilenme arzusu da taşıyordu şüphesiz. Bu arzuyu gerçekleştirmek için yeni görüşler ve onları dillendiren yeni tipolojiler belirdi. Devletten tam bağımsız hareket edemese bile en azından onun ağzıyla konuşup zihniyle düşünmeyen münevverler belirmeye başladı. Kavramsal olarak bağımsız düşüncenin değil, siyasetin ve şartların doğurduğu ayrışmalardı bunlar.
Batılılaşma kavramı etrafında Tanzimat’tan bu yana ulema, münevver, aydın, entelektüel gibi kişilerin kim oldukları ve tam olarak neye karşılık geldiklerini hâlâ tartışıyoruz. Çünkü bu yeni kimlikler yaratıcı, yeni, özgün ve bağımsız yorumlar getirmekten çok siyasal ve inançsal ayrışmalardan kaynaklanıyor çokça. Cumhuriyet’le beraber bu tartışmanın alevlendiğini görmek şaşırtıcı değil. Bu kez eski-yeni hatta iyi-kötü gibi yeni bir kıyaslamayla karşılaşıyoruz. Her yeni rejim kendisinden öncekinden kopmak için adeta yeni bir ontoloji üretmenin peşine düşer. Azra Erhat, ‘Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına’ kitabında, münevver ve aydın kavramı üzerinden yeniyi ve eskiyi tartışır. Sözü Cumhuriyet’e ve Atatürk’e bağlar.
Azra Erhat’ın çıkış noktası Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün 1923’te Konya’da yaptığı bir konuşmadır. Burada dikkat çekici olan siyasi gücü, rejimi temsil eden öznenin çizdiği ufuktur. Siyasi özne bir ideolog olarak da bir çerçeve çizer. Kendince bir tahlile ve yoruma girişir. Eskinin, Osmanlı’nın çok yönlü bir eleştirisi yanında yeninin eylem yönünü de gösterir bu söylev. En dikkat çekici nokta münevver ile halk arasındaki bağın ruhudur. Kopukluktur vurucu nokta. Kopukluk iktisadi ve sosyal sefalet getirmiştir ve “bütün sefaletlerin sebebi katisi zihniyet meselesidir”. Zihniyetin öne çıkarılışı şaşırtıcı değildir şüphesiz fakat yeni zihniyetin mimarı kim olacaktır? Kurucu siyasetçi mi yoksa yetkin ve özgün düşünürler mi?
İdeolojiler özgür düşünürlerden çok hoşlanmazlar çünkü onların çok zamanları yoktur. Fakat sağlam ve tutarlı bir ontolojinin oluşmasını da arzu ederler. Azra Erhat, kitabın sonunda “Açıkça Batılı anlamda açığı bilmiyoruz, beceremiyoruz”, “Yaşama sevinci içinde yapıcılığı, yaratıcılığı sürdüremiyoruz”, “Aydınların çoğu, çevremde, hiç erdemli görünmüyor bana” diyerek derin bir aydın kaderini paylaşır şahsi olarak. Buradan baktığımızda, münevver-aydın karşıtlığını köpürtmenin ve onu öncül ve artçıl rejimler arasına oturtmanın cazibesi olmakla birlikte net bir sonuca kavuşturmanın hiç de kolay olmadığını görürüz.
Devrim Tarihi derslerinin Cumhuriyetin ruhunu yansıtamadığı görüşünden hareket eden Azra Erhat, ”Konya Söylevi’ne yeni bir yorumlayış getirmek”, bu uğurda başvurulacak bilgiyi “donuk bir dağar değil, canlı bir süreç olarak anlamak” ister. ‘Güncel olguları tarihsel temellere oturtmak’ aydının sorumluluğudur, Erhat’a göre. Ve 1923 şartlarında ‘münevver kimdi, halk neydi’ sorularını yöneltmek şarttır. Sınıf kavramı üzerinde durur özellikle ilkin. ‘Söylev’deki sınıf yorumunu berraklaştırmaya çalışır. Arkasından “Tanzimat’tan başlamalıyız” diye devam eder. Eğer, ‘düşünce, basın ve edebiyat tarihi’ ciddi olarak incelenirse sağlıklı sonuçlara gidilebilir. Bu bağlamda 1923 öncesinin bir zihinsel arkeolojisini yapar Erhat. Sonuç? 10 Kasım 1980’de yazdıklarına bakılırsa ne Cumhuriyet ne Atatürk ne de münevver-aydın anlaşılabilmiştir. “Bu ülke bir tragedya ülkesi, dram sürüp gidiyor bin yıllar boyu, yıkıntı, yapılışı koruyamama, bir gerikalmışlık, atılımsızlık, başaramama ya da toplumca dayanamama…”