Güncelleme Tarihi:
‘Son Gerisayım/Avrupa, Mülteciler ve Sol’u oluşturan yazılar, mülteci krizine odaklanıyor. ‘Metis Defterler’ dizisinin diğer enfes kitaplarında olduğu gibi, ‘Son Gerisayım’ın ayırıcı özelliği de, problemi farklı bakış açılarından irdeleyen yazılardan oluşuyor olması. Bununla birlikte, mülteci sorunu, buradaki yazılarda Avrupa’nın yaşadığı bir sorun olarak ele alınıyor, yani mültecilerin terk ettikleri ülkede yaşadıkları sorun bakımından değil, gittikleri ülkede yarattıkları sorun bakımından. İkinci olarak, bu yazılardaki eleştirel analiz, solun mülteci krizi karşısında yaşadığı kabiliyetsizliğe odaklanıyor; ama yine buradaki mülteci krizini analiz edemeyen çaresiz sol da, mültecilerin terk ettikleri ülkelerdeki sol değil, mültecilerin gittikleri ülkelerdeki sol ve onun çaresizliği. Solun çaresizliği denilen şu: Sol genellikle göçmenleri teorik olarak kabul etmekten yanadır (emekçilerin vatanı yoktur) ama Avrupa solu bugün bütün göçmenlerin koşulsuz biçimde kabulü için bir politika geliştirememektedir.
Yeni mülteci sorunu, Frantz Fanon’un teorisini tekrar gündeme getiriyor. Tarihsel ve ideolojik bakımdan dikkat çekici olan ise Fanon’u, solun yeni keşfediyor oluşudur. Fanon’un kitapları, Türkçeye 80’li yıllarda İslami çevre tarafından çevrildi: ‘Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi’ (1983) ve ‘Siyah Deri Beyaz Maske’ (1988). Bugün ise solun acil ilgi kaynağı durumunda Fanon: ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ‘Fanon Kitabı’, ‘Fanon’un Hayaletleri’, ‘Fanon: Barikatların Filozofu’, ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ (yeni çeviri) ve şimdi ‘Son Gerisayım’ı da bir ölçüde bu haneye dahil edebiliriz. Göz ardı edilemez çelişki dediğim burada: 80’lerde İslami çevre ilgili, sol ilgisiz iken, 2000’lerden sonra şimdi genel olarak solun ilgili, İslami ideolojinin ilgisiz olması. Bu çelişki, mülteci sorununda, terk edilen ülkedeki solun ideolojik krizini göstermesi bakımından göz ardı edilemezdir.
‘Son Gerisayım’ı oluşturan yazıların odaklandığı bir diğer teorik problem, mülteci krizi karşısında yükselişe geçen sağ partilerin politikalarının, 30’lu, 40’lı yılların faşist partilerine benzemelerine rağmen, yaşanan durumun neden faşizm olarak adlandırılamadığı sorunudur. Bu bağlamda, Alenka Zupancic’in tezi dikkat çekicidir. Zupancic’e göre, faşizmin ana bileşenlerinden biri antisemitizmdir ve yabancı düşmanlığı, ırkçılık henüz antisemitizm biçimi değildir. Zupancic’in ‘antisemitizm’ ifadesinde holocost var.
Burada dikkati çeken bir diğer nokta, kitabı oluşturan yazıların teorisyenlerinin Avrupa solundan değil, yıkıma sürüklenen reel sosyalist ülke geçmişinden geliyor oluşlarıdır. Tam da bu noktada, Doğu Berlin doğumlu, yani Demokratik Almanya geçmişinden gelen sanat eleştirmeni Boris Groys’un bugünkü Avrupa’nın neliğine ilişkin enfes analizini içeren yazısına özellikle dikkat çekerim. Hans Magnus Enzensberger’in ‘Ah Avrupa’ kitabını hatırlatan ‘Çağdaş Avrupa: Kültürel Biyotop Arayışı’ başlıklı bu yazısında, Avrupa’daki sağ partilerin politikalarının 30’lu, 40’lı yılların faşist partilerine benzetilmesine rağmen, gerçekte neden benzetilemeyeceğine ilişkin soluk soluğa okunan bir analiz sunuyor. Groys’un geliştirdiği ‘dikey dayanışma’ ve ‘yatay dayanışma’ kavramlaştırması çok önemli. Ezilenlerin birbirleri arasındaki dayanışma yatay dayanışmadır ama ezilenlerin ezenlere karşı geliştirdiği dayanışma dikey dayanışmadır. Marx, “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” sözü yatay dayanışmayı dile getiriyordu; ama köylü kulübesindeki saraydaki gibi düşünmeye başlamış ise bu dikey dayanışmadır.
Obama’nın başkan seçilmiş olması dikey dayanışmayı daha da artırmış görünüyor. Donald Trump, bu bağlamın sonucuydu...