Güncelleme Tarihi:
Hills, 1800’lerin ortalarında açılmış bir restoran. Oslo’da. “İnsanların geleneksel açıdan zengin bir ortamda tıka basa doymasını mümkün kılıyor” diye anlatıyor kıdemli garsonu. “Burada herkes istediği gibi keyfine bakabilir ama nerede olduğunu unutacak kadar da değil.” Yani kuralları olan demokratik bir ortam diye düşünebiliriz bu restoranı. Avrupa’da birçok benzerini görebileceğimiz köklü, oturmuş bir müessese.
Restoranın çoğu çalışanı gibi garson da yaptığı işle gurur duyuyor, işini önemsiyor. Hills’i de aynı ciddiyet ve gururla anlatıyor, vestiyer görevlisinden başlayıp şef garsondan, başaşçıdan, bar sorumlusundan, piyanistten çiçekçiye dek çalışanlarını tanıtıyor. Restoranın mimarisini, salonun yapısını, asma katı, depoyu ve tabii mutfağı tanımlıyor. Restoranın nasıl döşendiğini avizelerine, duvarlarda asılı resimlere, çıkartmalara kadar en ince ayrıntılarıyla anlatıyor. Müdavimlerden söz ediyor. Düzenli, tıkır tıkır çalışan bir restoran görünümü oluşuyor okurun kafasında.
Matias Faldbakken Norveç’te tanınmış bir görsel sanatçı. Romanlar da yazıyor. Daha önce takma adla yayımladığı üçlemesi beğenilmiş. Yazar olarak dikkati çekmesini ise kendi adıyla yayımlattığı ilk romanı ‘Garson’la sağlamış.
Matias Faldbakken, iyi bir anlatıcı. Sakin bir anlatımı var. Detaylara önem veriyor, ayrıntılar üzerinden giderek hikâyeyi kuruyor. Ne anlatacak acaba derken sayfalar ilerledikçe bu anlatımın içindeki gizli mizahı, eleştirel bakışı hissediyorsunuz.
Romanın anlatıcısı konumundaki garson kendini işine hasretmiş. İşini tam da olması gerektiği gibi yapmaya çalışıyor. Yalnız yaşıyor. Tek arkadaşı Edgar ve küçük kızı Anna da restoranın müdavimlerinden, hemen her öğlen yemeğe geliyorlar.
Garsonu Peter Sellers’ın bizde ‘Merhaba Dünya’ adıyla oynayan ‘Being There’de canlandırdığı bahçıvana benzetenler olmuş. Robert Walser’ın karakteri Jakob von Gunten’inden esinlenmeler olduğunu da söyleyenler var. Bence tipik bir kahraman. İşini hayatının tek amacı haline getirmiş, işi için yaşayan, çalıştığı yeri tek mekânı bellemiş kişiler olduğunu biliyoruz. Özellikle bu tip çok garson anımsayabiliriz. Onlar için düzenin, her şeyin tıkır tıkır işlemesinin, kendi yer ve konumlarının kesin ve değişmez olmasının çok önemli olduğunu da tahmin edebiliriz.
Garsonun işyerinde de çok sınırlı ilişkileri var. İş yoğunluğu zaten durup konuşmaya, dostluk geliştirmeye izin vermiyor. Ama garson da pek fazla samimiyete taraftar değil. Restoran çalışanlarından sadece bar görevlisi ile diyalog kuruyor, müşteriler hakkında bilgi alışverişi, bazen kısa dedikodular yapıyor. Müdavimlerin sohbet girişimlerini ise işini bahane ederek nazik bir şekilde önlüyor.
Küçük bir değişiklik, yeni bir müdavim adayının belirmesi, bu genç kadının restoranın düzeni, müşteriler ve çalışanlarla ilişkiler gibi konulara aldırış etmemesi fark edilmeden düzen ve uyumu bozmaya başlıyor.
Restoranın eski Avrupa’yı ve değerlerini simgelediği düşünülmüş, bu kitabın arka kapağına yazıldığına göre belki de yazarı tarafından ifade edilmiş. Tabii ki o bakışla da okunabilir ama daha genel bir yaklaşımla romanın mesajının mükemmel olduğu düşünülen tüm eski yapıların zamanla çürüyebileceğini, düzen ve uyumunun değişmesi için bilinçsiz de olsa küçük bir müdahalenin yetebileceğini, köklü alışkanlıkların değişmese de sarsılacağını, tedirginlik yaratacağını söyleyebiliriz. Garson örneğinde olduğu gibi değişim o kapalı ve kendi içinde uyumlu görünen yapıda yaşayan insanların da dengesini bozuyor, endişelendiriyor. Bu açıdan bakarsak sadece Avrupa için değil tüm dünya için aynı yorumu yapabiliriz. Tabii bir mesaja gerek varsa... ‘Garson’ yalnızca bir roman olarak da ilgiyle okunabilecek, kendine has dingin anlatımı, gizli mizahı, eleştirelliği ile ilgi çekebilecek bir eser.
garson
Matias Faldbakken
çev. Mehmet Emin Baş
Timaş Yayınları, 2019
240 sayfa, 29.50 TL.