Güncelleme Tarihi:
Çağdaş Japon edebiyatının en önemli yazarları arasında ille anılan Yukio Mişima’yı ‘Bir Maskenin İtirafları’yla tanımıştım; kim bilir kaç yıl geçti, Cem Yayınevi’nin bir yayını, Zeyyat Selimoğlu dilimize çevirmiş. Alışılmışın hayli dışında, karanlık, yürek yakıcı bir romandı. Yazarın yaşamından izler taşıdığı da söylenir. Ama daha önemlisi, Mişima’nın farklı, bambaşka dünyası hemen karşınıza çıkar.
Mişima’dan dilimize ne çevrildiyse tümünü okudum. Çoğunu gerçekten çok severek, hayranlık duyarak okudum. Yaşamına, intiharına ilişkin bir şeyler de okudum. Sonra Marguerite Yourcenar’ın alabildiğine derinlikli ‘Mişima ya da Boşluk Algısı’nı birkaç yaz önce yanımdan ayıramamıştım.
Şimdilerde ‘Altın Köşk Tapınağı’yla (Can Yayınları) baş başayım. Kitabın arka kapak yazısından öğrendiğimize göre, bu roman, “1950’lerde yaşanan gerçek bir olayı konu alıyor”muş. Gerçekliği beni çok ilgilendirmiyor. Ne var ki, Mişima’nın dinmeyen sancısı yine yürek yakıcı. (Ayrıca Ali Volkan Erdemir’in etkileyici çevirisini anmak isterim.)
Yourcenar, çok ayrı bir kültürden gelen Mişima’da kendisiyle, kendi yazdıklarıyla, kişisel dünyasıyla handiyse ikizlik kurar. Artık kültür, coğrafya ayrımları silinmiş gibidir. Herkes için öyle olabilir mi; bilinemez. Bana sorarsanız, Mişima ya da Marguerite Yourcenar gibi yazarlar/romancılar, hep kırgın okurları gereksinirler. Kırgın, hatta içsel dünyalarında yaralanmış...
Mişima neredeyse bütün yazdıklarında ‘şiddet’ teması, izleği üzerinde durmuştur. O kadar ki, intiharındaki müthiş şiddeti sanki daha önce yazmıştır. Öte yandan alabildiğine bir duygunluk, eskilerin söyleyişiyle ‘marazi bir hassasiyet’ de eşlik eder yazara. Tıpkı ‘Altın Köşk Tapınağı’nda bir kez daha karşımıza çıktığı gibi.
Bu tuhaf -evet, tuhaf, başka türlü niteleyemiyorum- romanın daha ilk sayfalarında şiddetle marazi hassasiyet kardeşlik kuruyor. Mizoguçi’nin okul yaşamından sahneler, ilk aşk Uiko’ya yakınlaşma çabası ve aynı Uiko’dan küskün ayrılış, hepsi Mişima’nın handiyse bütün bütün kendine özgü yaşam algılayışlarını gözler önüne seriyor. “(...) bedenini ökseden çekip kurtarmak için çırpınan küçük bir kuş (...)” Gelgelelim ardı sıra şiddet, yok etme isteği, tutkusu.
Roman kişisi Mizoguçi “Bir gayret dış dünyaya ulaşmayı başardığım anda orasının rengi solar, kayıp giderdi” diyor. Belki aynı duygulanım Mişima için de geçerliydi. ‘Altın Köşk Tapınağı’ belki dış dünyaya ulaşmayı hem başarıp hem orada sonsuz solgunluğu duyumsamış okurlar için kaçırılmayacak bir roman! Acıyla okuyorum.
Anılar arasında iki çevirmen
George Eliot’ın ‘Kıyıdaki Değirmen’i yeniden yayınlamdı. Bu kez özgün adıyla: ‘Floss Nehrindeki Değirmen’ (Everest Yayınları). Yine Gönül Suveren’in çevirisiyle. Bu klasik romanı ilkgençlik yıllarımdan hatırlıyorum: On dokuz yaşım falan. Altın Kitaplar Doğan Hızlan yönetiminde bir klasikler dizisi başlatmış, ‘Kıyıdaki Değirmen’ de galiba ilk kitap. (Sevgili Doğan Hızlan o güzel anı yazılarında belki o günlere de döner.)
‘Floss Nehrindeki Değirmen’in değeri üzerinde durmam yersiz, her İngiliz edebiyatı tarihinde bu esere ayrılmış sayfalar söz konusu. Ama Gönül Hanım’la kardeşi Gülten Suveren’i özellikle bugünün okurlarıyla paylaşmak istedim: Emekleri uçsuz bucaksızdır. Bazı çevirilerini kısaltmak zorunda kalmışlardır, elbette için için üzülerek. Zarafetleri, için için gizli alaycılıkları, birbirinden fantezi giysileriyle Suveren kardeşler o eski yayın dünyasının eceleriydiler!
Geçmişe dönüşü sağlayan ‘zaman makinesi’ yalnızca bilimkurguda kalmasaydı; şimdi hemen bir yaz öğledensonrasına döner, Altın Kitaplar’da Gönül ve Gülten Suveren’le, Dr. Turhan Bozkurt’un ikramı buz gibi limonatayı içmek isterdim...
Ah H. G. Wells! Herkesi aldattınız!