Güncelleme Tarihi:
Mario Vargas Llosa’nın pek çok romanı Türkçeye çevrilmişti ama sıra ‘Katedral’de Sohbet’e gelmek bilmedi. Oysa yazarın en sevdiği romanıydı: “Defalarca yeni baştan yazdıktan sonra 1969’da Porto Riko’da bitirdim. Hiçbir romanım bana onun kadar emeğe mal olmadı. Eğer yazdıklarım arasında yangından sadece bir romanımı kurtarmak zorunda kalsaydım onu kurtarırdım.”
Gerçekten de ilk cümlesinden sonuna kadar üzerinde çok çalışılmış, 800 sayfalık hacmiyle dev bir roman okuyoruz. Hikâye 1960’ların ortalarında, 30 yaşındaki genç gazeteci Santiago Zavala, kafasında birbir çeşit karanlık düşünceyle Lima sokaklarında dolaşırken başlıyor:
“Santiago’nun La Crónica’nın kapısından Tacna Caddesi’ne yönelttiği bakışlarında sevgi okunmuyor; otomobiller, birbiriyle alakasız ve renksiz binalar, pusun içinde süzülen ışıltılı ilanların iskeletleri, gri öğle vakti. Acaba Peru tam olarak ne zaman çuvallamıştı? Gazete satıcısı çocuklar Wilson Caddesi ışıklarında durmuş araçların arasında gazetelerin son baskılarını bağırarak dolaşırken, o yavaşça Colmena Caddesi’ne doğru yürümeye başlıyor. Elleri cepte, başı öne eğik, kendisi gibi San Martín Meydanı’na doğru ilerleyen yayaların arasına karışıyor. O da Peru gibiydi, bir yerde çuvallamıştı. Düşünüyor: Acaba nerede?...”
Tam bu sırada babasının eski şoförü Ambrose’a rastlıyor. Geçmişe dair öğrenmek istedikleri konular olduğu için Ambrose’u Katedral adlı bara davet ediyor. İki adam dört saat boyunca içtikleri biralar eşliğinde Odría diktatörlüğü dönemini (1948-1956) konuşuyorlar. Diyaloglar arasında gidip gelinen hatıralar eşliğinde Santiago Zavala’nın hayat hikâyesi bütünlük kazanıyor.
Santiago Zavala, Peru’nun varlıklı işinsanlarından ve Odría’nın diktatörlüğünün destekleyicisi Don Fermin’in oğlu. Üniversitede komünist öğrenci grubuna katılmış, edebiyatla da yakından ilgili bir genç. Bu nedenle babasıyla arası açık. Ne yazık ki arkadaşlarıyla da ayrı düşmüş. Aslında kendiyle hiç barışık değil: “Çünkü ben tehlike karşısında büzüşen ve hareketsiz kalıp ayaklar altında ezilmeyi ya da kafalarının kesilmesini bekleyen o hayvancıklar gibiyim. (...) İnançsız ve üstelik çekingenim, bu tıpkı aynı anda hem frengili hem de cüzamlı olmak gibi bir şey.”
Zamanlar zamanlara, hayatlar hayatlara karışırken Santiago’nun pişmanlıkları, Zavala ailesinin sırları ve Peru tarihinin bu karanlık dönemi biraz olsun aydınlanacak -ama geleceğe dair hiçbir umut barındırmadan...
BÖLÜNMÜŞ BİR KİŞİLİK
Güney Amerika’nın şiddetle yoğrulmuş tarihinden esinlendiği romanlarındaki hikâyelerin dramatik boyutunu öne çıkaran en önemli unsur, yazarın anlatım tarzı. Anlatı doğrusal bir yol izlemiyor; geçmişin olayları, mekânları, insanları -sohbetin seyrine uygun biçimde- şimdiki zamana karışıyorlar. Yazarla anlatıcı, anlatıcıyla roman kahramanı arasındaki geçişler, gerçekliğin farklı görünümlerini ortaya koyuyor. Böyle bir kurgunun -dikkatsiz okuyucularda- karmaşa yaratma tehlikesi elbette var. Ama Llosa, işin üstesinden gelmeyi başarmış, böyle bir hikâyeyi taşımak için mükemmel bir mimari kurgu yaratmış. Yer yer kendi hayatından izler taşımakla birlikte ‘Katedral’de Sohbet’, Llosa’nın değil, sekiz yıllık o baskı döneminde çocukluktan gençliğe ve gençlikten yetişkinliğe geçen kuşağının romanı. Llosa’nın baskı ve zulümden daha çok öfkelendiği şey, “İktidarın merkezinden başlayıp tüm kesimlere ve kurumlara yayılarak yaşamın tamamını yozlaştıran derin yolsuzluk düzeni”. İşte bu nedenle ‘o dönemdeki Peru’nun sinizm, duyarsızlık, teslimiyet ve ahlaki çürümüşlük ortamını hammaddesi yapan’ bir roman kaleme almış.
Llosa’nın anlattıkları sadece Peru’da değil, askeri ya da sivil diktatörlüklerin hüküm sürdüğü bütün ülkelerde karşılaştığımız gerçekler. Hüzünlü ama şaşırtıcı değil. Buna karşılık Llosa’nın siyasi savruluşları gerçekten şaşırtıcı:
Lima’daki öğrencilik döneminde radikal öğrenci grupları içinde yer almış, doktora yapmak için Avrupa’ya geldiğinde çok etkilendiği Sartre’ın varoluşçu çizgisini benimsemişti. Öğrencilikten öğretim üyeliğine geçerken siyasi çizgisi de değişti, Londra’da Margaret
Thatcher’ın liberal politikalarını benimsedi. Peru’ya sadece ünlü bir yazar olarak değil, yeni dünya düzenini savunan bir politikacı misyonunu da üstlenerek döndü. 1990 yılında Demokratik Cephe’nin adayı olarak katıldığı başkanlık seçimlerinde Alberto Fujimori karşısında başarılı olamadı.
Yazarlık çizgisi ise hiç değişmedi. Öyleyse yazar Llosa ile siyasetçi Llosa’yı birbirinden ayırmak gerekir. İki farklı kişilik var önümüzde: Mesela yazar Llosa ‘Teke Şenliği’nde Dominik’teki ABD destekli Trujillo diktatörlüğünün zorbalığını, iç bulandıran şiddetini konu edinirken siyasetçi Llosa diktatörlüklere karşı demokrasi çağrısını ABD hükümetine yapmış, Irak işgaline destek vermişti. Siyasetçi Llosa, ABD’nin küresel ideolojisine biat ederken, yazar Llosa’nın roman kahramanları kapitalizmin kendilerine sundukları imkânları ellerinin tersiyle iterek başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorlardı. ‘Kent ve Köpekler’, ‘Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu’, ‘Mayta’nın Öyküsü’, ‘Palomino Molero’yu Kim Öldürdü?’ ya da şimdi okuduğumuz ‘Katedral’de Sohbet’ romanlarında Peru’daki askeri kurumları, harp okulunu, bürokratik devlet yapısını ve düzene rıza gösteren toplumu bütün yozlaşmışlığıyla sorgulayan yazar Llosa, siyasetçi giysilerine büründüğünde Güney Amerika’da yükselen sol hareketin muhalifi oluvermişti.
Belki de bu nedenle Nobel Jürisi Başkanı Peter Englund’un ödülün gerekçesini açıklarken yaptığı “Llosa’nın eserlerinde Latin Amerika’daki iktidar yapılanmaları ile toplumsal ilişkileri ve bunlara karşı direnişi gözler önüne sermesi” şeklindeki değerlendirmesi pek çok kişinin tepkisini çekmişti.
Llosa’nın romanlarında iktidar yapılarını, buna bağlı olarak toplumsal ilişkileri ve direnişi gözler önüne serdiği doğrudur. Ama salt siyasi anlamda, devlet aygıtı ve kurumları anlamında değil. Geleneğe uzanır Llosa. Hemen her romanında asıl öne çıkan erkek egemen toplum yapısıdır. İktidar ilişkilerinin arkasındaki önce cinsiyetçi, ardından diğer ayrımcılık türlerini teşhir eder. Baskının karşına hazzı ve kişisel özgürlükleri koyacaktır. Mario Vargas Llosa’nın romanlarında bir siyaset aramak gerekirse bu, modern hayatın bireyi tutsaklaştıran baskıcı ve kurumsallaşmış yapısına yöneliktir.
Siyasetçi yanını sevmem ama yazar olarak Llosa’yı çok başarılı bulduğumu itiraf edebilirim. ‘Katedral’de Sohbet’te yazarlık becerisini bir kez daha sergilemiş...