Güncelleme Tarihi:
Kendinizi öncelikle bir okur olarak mı yoksa bir yazar olarak mı tanımlıyorsunuz?
Ben her zaman kendimi bir okuyucu olarak gördüm. Yazılarım okumalarımdan kaynaklanıyor, aynen rüyaların uykudan kaynaklanması gibi. Düşünmek için kitapların dünyasına girmenin, başkalarının hikâyelerini takip etmenin, sözlerini ödünç almanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Yazmak benim için ikincil bir eylem. Yazmadan yaşayabilirim. Okumadan yaşayamam.
“İnsan ne okursa odur” diyebiliriz. Sizin okuma çerçevenize baktığımızda epey geniş bir perspektif karşılıyor bizi. Bu geniş çerçeveli okuma dünyasının kişiliğinize kattıkları neler?
Kitaba bağlı... Kipling’in ‘Kim’ini okumak beni daha maceracı kılıyor. Nâzım Hikmet okumak acı ve umudun bilincine varmamı sağlarken Haçlı Aziz John ise daha fiziksel ve ruhsal bir sevgiyi hissetmeme neden oluyor.
En az okumanın kendisi kadar, tarihiyle de ilgilisiniz. Buna sizi iten ne? Dahası bu türden bir çabanın, literatüre nasıl bir katkı sağladığını düşünüyorsunuz?
Lisedeyken tarihte çok kötüydüm. Hikâye ve karakterler ilgimi çekerdi ama tarihler ve isimler beni hiç ilgilendirmiyordu. Ancak daha sonra kronolojinin hikâyeye yapısal bir omurga veya çerçeve verdiğini, sadece bilinçli bir şekilde kenarda bırakılabileceğini, aksi takdirde hikâye çizgisinin düzensizleştiğini ve varsa duygusunun kaybolduğunu keşfettim. Tarih, kurguya başka bir katman daha kazandırıyor, ancak bunun çok önemli olmadığını hatırlamamız gerekir. Bütün edebi eserleri çağdaşmış gibi okuyabiliriz; örneğin Truva Savaşı’nı bugün oluyor gibi düşünebiliriz, ki oluyor da.
Hayatı kitaplarla ve edebiyatla algılayıp kendi dünyanızı yaratıyorsunuz. Sizin gibi biri için kurmaca nerede bitip gerçek nerede başlıyor?
Kurgu ve gerçek, yaşamın deneyimleri hakkında konuşmak için edebiyata güvenmeyenler tarafından yapay olarak ayrılır. Ama başka yolu yok! Gulyabaniler ve tek boynuzlu atların aynı anda hem var olduğunu hem de olmadığını biliyoruz. Cocteau bunu açıkça söyledi: “Ben gerçeği söyleyen bir yalanım.”
Yeni kitabınız ‘Efsanevi Yaratıklar’a aldığınız kahramanlar sadece sizin kişisel tarihinizin değil, insanlığın da ortak mirası artık, değil mi?
Kitabımdakiler benim efsanevi yaratıklarım, kişisel seçimim. Her okuyucunun favorisi farklı olacaktır. Ve zamanla bu bile değişir. Çocukken Sinbad ve Enid Blyton’un Noddy’sine hayrandım. Sinbad arkadaşım olarak kaldı ancak Noddy’nin yerini daha sonra birçok edebi arkadaş aldı.
TRUMP UNUTULUR DON KİŞOT KALIR
Peki, bir kurmaca kahraman ya da sizin kitabınızda topladığınız gibi kahramanlar, nasıl oluyor da gerçek bir tarihin parçası haline gelebiliyor?
Onlar tarihimizin gerçek birer parçası. Pinokyo ve Don Kişot, Trump unutulduktan çok sonra da kalacak.
Kurmaca karakterler kurgudan ibaret değildir demek istiyorsunuz aslında kitapta. Peki kurgu ne?
‘Sadece kurgu’ diye bir şey yoktur. Gerçek olan kurgu ve yalan olan kurgu vardır. İlkinden iyi edebiyat doğar. Gerçekliğin testi, okuyucunun zihnine ve kalbine nasıl sürtüneceğidir.
Kırmızı Başlıklı Kız’dan Süpermen’e kadar, yani klasikten moderne yayılıyor bakışınız. Farklı uçlar nasıl ve ne bağlamda bir araya geldi?
Her şey, okuyucunun kurgusal bir karakterle ne zaman ve nasıl karşılaştığına, aralarında bir kıvılcım, işbirlikçi bir bakış, bilgiç bir gülümseme olup olmadığına bağlıdır. Kırmızı Başlıklı Kız’ı çocukluğumda, Süpermen’i ise ergenliğimde keşfettim. İkisi de hâlâ benimle.
Aynı çok yönlü bakışı Doğu ve Batı arasında da görüyoruz. Karagöz ile Hacivat da var kitabınızda, Robinson Crusoe da. Bu kahramanlar dünyaya ve birbirlerine neler söylüyor?
Gerçek coğrafyaya bağlı değildir. Bu karakterler içinde bulunduğumuz zamana ve dünyaya hitap ediyor. Karagöz ve Hacivat bugün herhangi bir ülkedeki muhalif siyasi partiye mensupken; Robinson Crusoe, kolonileşen çokuluslu şirketlerimizden birinin elçisi olabilir.
Kitapta en çok dikkatimi çeken ve önce bir espri olarak algıladığım kahraman Mösyö Bovary oldu. Üstelik kitaba onunla başlıyorsunuz. Neden böyle bir tersten okumaya ihtiyaç duydunuz?
Okuyucular, bir hikÂyenin başkahramanının birçok kez belirlenmiş olmadığını keşfederler. Annesinin bakış açısıyla anlatılan bir Hamlet hikayesi aynı hikaye değildir. Mösyö Bovary, Emma’nın hikayesi için elzemdir: o hem başlangıçtır hem de son, o Emma’nın trajedisinin zorunlu tanığıdır. Okuyucu -belki de bilinçsizce- kitapta Emma ile kıyaslandığında Charles’la daha çok seyahat eder.
Bu arada çizimlerinizi de görüyoruz kitapta... Bir başka yeteneğiniz daha mı ortaya çıkıyor yoksa?
Yetenekli bir ressam olan teyzem, her insanın üç yeteneğe sahip olması gerektiğine inanıyordu: nasıl geri çekileceğini, yazmayı ve bir enstrümanı çalmayı bilmek. Hâlâ bu üçüncüsünü öğrenmem gerekiyor.
Türkiye’yle sıkı bağlarınız var. Okumalarınızı ve yazınızı nasıl etkiledi bu?
Tanpınar’ın yaşadığı beş şehri yeniden ziyaret ederek küçük bir kitap yazdım. Ancak ben Türkiye için bir yabancıyım ve yabancı olarak sadece yüzeysel şeyleri görüyorum. Ama bu ülkeyi, erkek ve kadınının ruhunun cömertliğini seviyorum. Türkiye’deyken, medeni bir yerde olduğumu hissediyorum.
Türk okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Flaubert’in sözünü tekrarlayayım: “Yaşamak için okuyun.”