Güncelleme Tarihi:
İnsanın kan bağı olmadan kurduğu ailesiydi mahalle bir zamanlar. 90’ların bitişi ile birlikte kaybettiğimiz değerler müzesine adını yazdıran mahalle kültürü sizin romanınızla adeta tekrar canlanıyor. İlk andan içine alan, sıcak ve samimi bir mahallenin hikâyesini özgün üslubunuzla anlattığınız roman fikri nasıl oluştu? Neden mahalle?
Edip Cansever’in o güzel şiirinde dediği gibi “Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir… Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi…” Bugün gülemiyoruz ya, yeniden ortak bir umut öyküsünün etrafında bir araya gelebileceğimiz, siyasi görüşü ve hayata bakışı ne olursa olsun komşularımızla aynı masa etrafında bir araya gelip özgürce, ağız tadıyla ve keyifle sohbet edebileceğimiz, birbirimize evimizin anahtarını teslim edip kapımızı kilitlemeden uyuyabilecek kadar güvenebileceğimiz, sevginin, saygının, dayanışmanın, ortak mücadelenin ve ortak hayallerin tadına yeniden varabileceğimiz günlere kavuşunca eskisi gibi hep beraber doyasıya gülebileceğimize olan inancımı koruyorum. Çözümün, kişisel gelişim ve bireysel kurtuluş reçetelerinden ziyade toplumsal değişim için umudumuzu yeniden yeşertmekte olduğunu düşünüyorum. Bunun için birbirimize ve o özlemini duyduğumuz mahallelere ihtiyacımız var. Bütün dertlerimizin dermanının, yeniden mahalle sıcaklığını yaşayabilmekte ve yeniden “biz” olmayı başarabilmekte olduğuna inanıyorum. Biz olmayı özlemedik mi hepimiz? Bence çok özledik işte bu nedenle, mahalle.
Kitapta anlatılan mahalle, sanki bir 21. yüzyıl ütopyası… Şimdilerde gökleri delen rezidanslar, kopan bağlar ve yitirilen duygular var sadece. Kapanması güç bir mesafe girdi insanla insanın arasına. “Hangimiz kaybolmadık ki?” diye sorduğunuz bir bölüm var kitapta. Sizce yitirdiğimiz değerler ile mi başladı bu kayboluşlar?
İnsanın hayata tutunması için kendisinden büyük bir ideale inanması gerekir. Bahsettiğiniz değerler, bizim için böyle bir hayat kılavuzuydu aslında. Mahalle bize bir yandan korunaklı ve sıcak bir dünya sunarken bir yandan da toplumsal değerleri yaşatarak bize neyin iyi, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu öğretiyordu. Bizim başarımız mahallemizi gururlandırdığı gibi hatalarımız da mahallemizi utandırırdı. Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan, konuştuklarımızdan ve sustuklarımızdan, olduklarımızdan ve olmadıklarımızdan kendi vicdanımıza olduğu kadar ve hatta daha çok mahallemizin vicdanına karşı sorumluyduk. Bu, bireysel vicdanımızla beraber toplumsal vicdanımızı da geliştiren bir şeydi. Toplumsal görgü kurallarından bir arada yaşamanın gerektirdiği usule ve adaba kadar hayata dair pek çok şeyi mahalle kültüründe öğrenirdik.
Bugün maalesef bahsettiğiniz gibi pek çok değeri yitirdik. Geçmiş zaman güzellemesi yapmak istemem, her dönemin kendine özgü güzellikleri olduğu kadar zorlukları da olduğunu biliyorum ancak en basitinden eskiden mahallemizde bir evin cenazesi olduğunda bütün mahalle yas tutardık. Evimizde televizyon açmaz, yüksek sesle müzik dinlemezdik. Cenaze evine, kendi evimizde pişirdiğimiz yemekleri taşır, acısı olanı yalnız bırakmazdık. Birinin evinde düğün dernek olunca, birinin evladı üniversiteyi kazanınca, biri doğum yapınca bütün mahalleye neşe dolardı. Milli takımımız sahaya çıkınca hepimizin gözleri dolar, Eurovision yarışma gecesinde bütün ülke ekrana umutla kilitlenirdik. Bugün kadın milli voleybol takımımızın başarılarında bile aynı gurur ve sevincin etrafında kenetlenemiyor, bir ötekileştirme yalanının etrafında bölünüp duruyoruz. Acılarımızda ve mutluluklarımızda bir ve beraber olmayı unuttukça yolumuzu kaybetmeye başladık. Oysa iyi günde, kötü günde hayata beraber tutunmayı öğrenmekten başka çaremiz yok.
Peki, neden Kuzguncuk? Her şeye rağmen özlenen mahalle kültürünü yaşatmayı başarabildiği için mi yoksa sizin için özel bir yeri, sebebi mi var?
Kuzguncuk, sizin de dediğiniz gibi her şeye rağmen ısrarla mahalle kültürünü başarıyla yaşatan müstesna bir yer. Benim de İstanbul’da nefes alabildiğim birkaç adresten biri. Bu romanın fikrinin ilk aklıma düştüğü günlerden birinde yine Kuzguncuk’taydım. Kuzguncuk esnafının güne başladığı, dükkânlarının önünü hortumlardan gelen suyla yıkadığı ve minik hasır taburelerini dükkânların önüne koyduğu, birbirlerine yeni demledikleri çaydan ikram ettiği, kafelerin masa ve sandalyelerini yeni yeni kaldırımlara çıkardığı, fırınlardan ekşi maya ekmek kokularının yavaş yavaş sokaklara salındığı saatlerde oradaydım. Öyle sokak aralarında gezinip Kuzguncuklularla sohbet ederken romanda anlatmak istediğim mahallenin tam da bu mahalle olduğunu hissettim. Yazma sürecim boyunca da Kuzguncuk’u sık sık ziyaret ettim. Mahalle’den önce çok sevdiğim bir yer olan Kuzguncuk elbette Mahalle’nin ardından benim için artık çok daha özel bir yere sahip.
Kitaptaki tüm karakterler ve olay örgüsü aslında Aysel’in kayboluşuna odaklanıyor. Mahalle, okuyucuda devam etmesi gerektiği izlenimi yaratırken Aysel’in nerede, ne yaptığına ilişkin daha fazla merak uyandırıyor. Bu merakı, gelecek projelerinizde tanımlamaya yönelik bir isteğiniz var mı?
Okurlardan bu tarz yorumlar alıyorum ancak böyle bir isteğim yok. Pek çok okur, Aysel’in onca zaman nerede olduğunu, ne yaptığını, başına ne geldiğini merak ediyor ve devamına dair bir şey gelecek mi diye soruyor. İlk romanım Yarım’da da benzer yorumlar almıştım. Kurguda sonunu belirsiz bırakmayı özellikle tercih ediyorum ve bunu seviyorum. Her okur Aysel’in başına neler gelmiş olabileceğini kendi hayal etsin istiyorum. Bir nevi, okuru yaratım sürecine dâhil etmek gibi geliyor bu bana. Roman boyunca kafeye gelen her karakter farklı bir Aysel anlatıyor ve bizim zihnimizde Aysel’e dair bütün bu anlatılanlara göre bir izlenim oluşuyor. Herkes farklı bir Aysel anlatırken her okurun da finalde kendi Aysel’ine uygun bir son yazmasını istedim. En iyi yazarlar bana göre en iyi okurlardır. Aysel’e neler olduğunu gönlüm çok rahat bir şekilde okura bırakıyorum.
Roman boyunca genel olaylar içinde Türkiye’nin geçmiş ve günümüzde yaşadığı pek çok konuya da incelikli şekilde değiniyorsunuz. Zeytin ağaçlarından Madımak’a, 6-7 Eylül’den günümüz ekonomisine, ülkedeki adaletsizliklerden kadın cinayetlerine kadar uzanan ciddi meseleler kitaba güncellik de katıyor. Bu planlı yaptığınız bir şey miydi, yoksa süreç içinde mi gelişti?
Mahalle’yi yazma amacım buydu. Toplumsal hafızasızlığımızla ilgili bir derdim var. Bu topraklarda yakın geçmişte ve bugün yaşanan çok ciddi toplumsal travmalar var. Bunların tek bir tanesi bile başka bir ülkenin başına gelse o ülkenin insanları bunun altından kalkamaz diyebileceğimiz kadar büyük sınavlar verdik. Ancak toplumsal hafızamız maalesef çok zayıf. O kadar kritik şeyler yaşıyor ve hemen ardından unutuveriyoruz ki… Oysa bugün yaşadığımız bütün sıkıntıların, acıların, zorlukların nedeni o olayların üzerine gitmeyişimizden kaynaklanıyor. Biz, sorunlarımızla yüzleşmeyi bilmeyen bir toplumuz. Her şeyin üstünü kapatıp yola devam ediyoruz ve maalesef onlarca sene üstünü kapattığımız ne varsa bugün onların altında kalıyoruz. Yüzleşmediğimiz hiçbir sorunun üstesinden gelemeyiz. Yüzleştiğimiz her şeyi değiştiremeyiz ama yüzleşmeden hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Sadece geride kalan 20 yılda bile o kadar büyük travmalar yaşadık ki ne yarası kapanır ne acısı. Zaman aşımına uğratıyorlar en büyük acılarımızı… Memleketin neresine baksak bir kırmızı karanfil görüyoruz ve romanda da yazdığım gibi biz nerede bir kırmızı karanfil görsek orası hep kalp ağrısı… Acılarımız çok büyük ama umudumuz acılarımızdan büyük olmalı. Bize unutturulmaya çalışılan ne varsa onları unutturmamak için yaşamalıyız hepimiz. Çok daha aydınlık bir gelecek, çok daha mutlu ve güzel günler ancak böyle mümkün. Mahalle’nin henüz ilk cümlesini yazdığımda, unutturulmaya çalışılanları unutturmamak için devam edeceğimi biliyordum.
Olaylar genel olarak Firuzan’ın Kuzguncuk’taki dükkânı “Mahalle”de geçiyor. Mahallenin içindeki mahallede yani… Mekânların insanlar üzerindeki etkisini göz önüne aldığınızda sizce tüm sohbetlerin buluşma noktası Mahalle nasıl bir yer, nesi iyi geliyor insanlara?
Hepimizin derin bir anlaşılma ihtiyacı içinde olduğuna inanıyorum. Sohbetimizin en başında dediğimiz gibi, kaybolan mahalle kültürüyle beraber hepimiz yalnızlaştık, mutsuzlaştık… Oysa insanın insana ihtiyacı biter mi hiç? Hepimizin derdi var… Bugünlerde imkânı olan psikoloğa gidiyor derdini anlatmaya. Eskiden biz derdimizi birbirimize anlatırdık; dermanı dostlarımızda, komşularımızda bulurduk. Şimdilerde öyle can kulağıyla birbirini dinleyenler o kadar azaldı ki… Dostlarımızla bir araya gelince bile birçoğumuz karşımızdakini dinlemek yerine kendi derdimizi anlatma telaşına düşüyoruz. Çok konuşuyor, az dinliyoruz. Birbirimizin sözünü kesiyor, karşımızdakinin ne dediğini anlamadan dinlemeden yeniden alıp sazı elimize, çalmaya devam ediyoruz. Oysa en derin ihtiyaçlarımızdan biridir, birinin bizi dinlemesi.
“Mahalle” adını verdiği dükkânında Firuzan işte bunu yapıyor. Her dostunu can kulağıyla dinliyor. Öyle bir yandan yemek pişirirken de değil üstelik. İşini gücünü hallediyor, sonra çekiyor sandalyesini, oturuyor dostunun karşısına ve bütün ilgisini ona vererek dinliyor karşısındakini. Öyle önemli meselelerin ayakta konuşulamayacağına inanıyor çünkü ve bunu da sık sık dile getiriyor roman boyunca. Biz bir de yemeyi içmeyi severiz. Neredeyse bütün sosyalleşmelerimiz yeme-içme eksenlidir. Öyle yelken yapalım veya tenis oynayalım diye buluşmayız; kahvaltıda buluşuruz dostlarla, mutlaka kahveye gideriz birbirimize, kutlamalarımızı iki kadeh tokuşturup yaparız, pikniğe gider mangalımızı yakarız, en olmadı oturur iki çay söyleriz. Firuzan’ın dükkânında da kalbe giden yol mideden geçiyor. Herkesin en sevdiği yemeği kendi elleriyle hazırlayıp masaya getiriyor. Dostlarına verdiği değeri el emeğiyle gösteriyor. Onlar bu lezzetlerin tadını çıkarırken de dertlerini, kederlerini, anlatmak istedikleri ne varsa hepsini kalbiyle dinliyor. “Mahalle” böyle bir yer ve en çok bunlar iyi geliyor insanlara. Değer görmek, dinlenmek, anlaşılmak, sevilmek, şefkat görmek, yeri geldiğinde ağlayıp yeri geldiğinde ağız dolusu gülebilmek ve hepsinden öte olduğun gibi kabul edilmek… İnsana iyi gelmez mi bunlar? Gelir elbet…
Mahalle; sohbeti ve sıcaklığı bir kenara çok lezzetli bir menüye sahip. Kitabın bölümleri de menüye göre ilerliyor. Bu fikir yazarken mi ortaya çıktı yoksa başından itibaren kurguladığınız bir şey miydi? Karakterlerin favori yemeklerini biliyoruz. Peki, sizin dükkândaki favoriniz ne ve neden?
Yakın tarihte yaşadığımız toplumsal olaylar nedeniyle memleketin ağzının tadının kaçtığına inanıyorum. Ağzımızın tadının yerine gelmesi ise en büyük hayalim. Romanda ele almayı planladığım her olayı lezzetli bir yemek eşliğinde işleyip yaralarımızla yüzleşelim isteyişim bundandı. Her bölüme lezzetli bir yemek adını vermek ve o bölümde bu yemeğin tarifini verirken farklı bir toplumsal travmamızı yeni bir karakter üzerinden anlatmak, en başından itibaren kurguladığım bir şeydi. Benim dükkânda iki favorim var; birincisi ekşi mayalı ekmek, diğeri ise muzlu rulo pasta… Romanın ilk ve son bölümlerinin adları yani… Bir favorimle başlayıp bir diğer favorimle bitiyor roman… Yakın dostlarım bilir; ben tam bir ekşi mayalı ekmek müptelasıyım. Lezzetli bir ekmeği almak için kilometrelerce seyahat edebilirim ve masaya asla ekmeksiz oturmam. Masadan her şey toplanır ama biz masadan kalkana kadar ekmeğin masadan kaldırılmasına asla müsaade etmem. Ekmeksiz bir ben düşünülemez. Muzlu rulo pasta ise bizim çocukluğumuzun en özel pastasıydı. Muz malum, seksenlerde lüks bir üründü ve öyle her gün yenmezdi. Biz öyle misafirlikte muzlu rulo pasta olunca o kadar mutlu olurduk, o kadar mutlu olurduk ki… Romanı muzlu rulo pasta ile bitirdim çünkü Türkiye işte öyle çocuklar gibi mutlu olsun istedim. Dilerim olur, dilerim oluruz… Dilerim mahallelerimize yeniden umut doğar, aşk gelir, incindiğimiz yerden çiçek açarız yeniden.