Güncelleme Tarihi:
Mehmet Said Aydın’ın yeni kitabı ‘Lokman Kasidesi’ni okuyunca, bu şiirde belirgin bir biçimde üç kişi ya da üç şey olduğunu düşündüm. Cemal Süreya’nın şu iki dizesi de Hızır gibi yetişsin istedim, ki bu Said’in şiirine de uygun bir çağrıdır:
“Deve, devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi
Üçü de Ali: deve, deveyi çeken, ve tabutun içindeki.”
Said’in şiirinde de üç kişi var: Şair, tanık ve şiir kişisi. Hepsine içkin (ya da ‘mündemiç’) olansa, tesadüf değil Cemal Süreya’nın şiiriyle ama, olsa daha güzel tabii, Ali. Said, şiirinde üç kişiyi temsil ediyor, bir de yeniler içinde ‘eski’yi temsil ediyor, ki şiirini ayırıcı kılan iyiliklerden biri bu. Bu, onun ‘fetişizm’e düşmediğini de gösteriyor. Kelimenin tam ve doğru anlamıyla ‘politik’ bir şiir yazıyor çünkü. Bu her türlü hamaset çağında, bir şiirin ‘politik’ olmasında da, ‘eskinin yenisi’ olmak gibi bir farkılılığı var ki, Said’in şiirinde olduğu gibi yazısında da ağırladığı an/ıların da ‘hatırlanmak’ değil, ‘hiç unutulmamak’ gibi dertleri, kaygıları var. Tabii ve hayati biçimde politik olmaktan da gelen.
Şiir ve zaman ilişkisi, üzerine en çok yazılan konulardan. Yalnızca yazı değil, şiirin kendisi olarak da, zaman meçhulü ya da ‘zaman mahluku’, adeta bir varlık nedeni olarak hükmünü sürdürüyor. Bir ‘doymazlık’ içinde ya da hiç kuşkusuz ‘iştahla’ yazılan bir şiir değil bu, her şeyi anlatma arzusuyla da dolup taşan cinsten değil, ama ‘zaman mahluku’nun ziyadesiyle farkında olan bir şiir. ‘İkinci Zaman’ın şiiri. ‘Az’ın olan şiir. O nedenle de ancak bir ‘kesintisizlik’ halinde taşınabilecek bir şiir.
Bazen şiir de, tıpkı Sezai Karakoç’un ‘Yedinci oğul’u gibi şaire de görevler verir. Bazı oğullar ve kızların şiiri de görevden değil gönüldendir. Ve onlar bir kavmin izinde, bir sesin peşinde, şiiri haberci olarak uçurmanın hâlâ kutsal bilindiği bir yerden yazarlar. Yazmak burada bazen kanamaktır, bazen susamaktır, bazen de konuşmaktır. Said’in şiirinin ve yazısının hem birbirine hem de okura yakınlığına bir sebep de kanımca bu kutsallıktır. Ahmed Arif’teki ‘hürmet’ duygusu elbette sisteme değil töreye idi, Said’deki ‘saygı duruşu’ da o töreyle birlikte, onu bir şiire dönüştürenlere, şiirini bırakıp gidenleredir.
Şiirin her yere, her şeye sızdığı gibi, her şey de şiire sızar. Kan da sızar karanlık da, güneş de, ve elbette başka şiirler, şairler de. Said’in şiiri yarasını gösteren (dosta diyelim) bir şiir ama öte yandan yakınlarını göstermekten de çekinmeyen bir şiir. Eğer bu, onun ilk kitabının adı gibi ‘Kusurlu Bahçe’ (2011, Everest) ise, Ergin Günçe’ye başvuralım ve onun “güzel suçlar işledin, bir tarih oldun artık” dizesinden, kusura da bir pay biçerek, “Güzel kusurlar işledin, bir şair oldun artık” diyelim.
Çok eski bir yerden başlamış gibi şiire. Hiç eskimeyen, hatta gittikçe ‘yeni’lenen eski bir yerden. Biriken. Katlanan. Acılaşan. Şiir şiir ya da şiirden şiire ‘başka biri’ oluyor Said. Her seferinde şair ama bazen şairin, yani kendisinin babası, dedesi, atası, bazen çocuğu, torunu, bazen de kendisi olarak bir şair. ‘Başka’sı olarak şair olmak onda hem bir zorunluluk olarak sürüyor hem de bir özgürlüğe yol açıyor. Burada tekniğin, fiziğin, estetiğin payından çok, tarihin, coğrafyanın ve kimyanın payı olduğunu söylemek gerek.
Zamanın sırladığı bir ayna gibi şiir onda. Lunapark aynaları gibi birbirini gösteriyor, birbirine gösteriyor, çok bakımdan gösteriyor.
‘Lokman Kasidesi’, göndere çekilmiş bir yas bayrağı gibi. Ölüm yarıya inse de, gözyaşları hep göndere çekili. Yası yüksekte tutuyor, gözyaşlarını da. Şiirde yüksekte duruyor, kibirde değil ama... Tarihe “Sonra döneceğiz” değil, “Hiç unutmayacağız” diyor:
“Unutma/beş vakit ezan var/dört vakit güneş/bağıranı çağıranı/beyaz yemeniyi/yemeninin düştüğünü/orda unutma”.
Lokman Kasidesi
Mehmet Said Aydın
Everest Yayınları, 2019
70 sayfa,12TL.