Güncelleme Tarihi:
‘Sütçü’nün sadece ‘ortanca kız kardeş’ olarak anılacak anlatıcı-kahramanı 18 yaşında ve bugünden geriye bakarak 1970’lerin Belfast’ında başından geçen olaylar dizisini anlatıyor. Vaatkâr bir açılış cümlesiyle başlıyor söze: “Bilmem kim McBilmemkim’in göğsüme silah dayayıp bana ‘kedi’ dediği ve beni ölümle tehdit ettiği gün, sütçünün de öldüğü gündü. Sütçüyü vuranlar devletin suikast timindendi ve bu adamın vurulması benim umurumda değildi.”
‘Ortanca kız kardeş’ çok çocuklu, dar gelirli bir ailenin kızı. Depresyon hastası babası yıllar önce ölmüş. Erkek kardeşlerinden birisi retçiler safında olduğu için devlet güçlerince öldürülmüş, bir erkek kardeş ülkeye ve siyasi problemlere istinaden, “...rin lan, gidiyorum buradan” deyip ülkeyi terk etmiş, kız kardeşlerden birisi karşı taraftan biriyle evlendiği için dışlanmış, diğerleri ise -kentteki diğer insanlar gibi- pek çok dertle boğuşarak yaşıyorlar. Üniversitede gece dersleri alan kız ise “Bu tür çağdaş, rahatsız edici, karmaşık şeylerle uğraşmak zorunda kalmamak” adına, sırtını 19’uncu yüzyıl edebiyatına dayamış. Yürüyüş yaparken bile okuyor, notlar alıyor, çevresinde olup bitenlere kayıtsız davranıyor. Ama bu şehirde tehlikeleri başını kuma sokarak savuşturmak hiç mümkün değildir. Bir gün Ivanhoe okuyarak yürüdüğü sırada, arabasıyla yanına sokulan sütçü, kızın hayatını altüst edecektir:
“Kimin sütçüsü olduğunu bilmiyordum. Bizim sütçümüz değildi. Kimsenin sütçüsü değildi bence. Süt siparişi almıyordu.” Gerçekten de sütçü değildir adam, ismi ‘Sütçü’dür, yani ‘Milkman’. Tanınmış paramiliterlerdendir ve halk arasında şöhret ve prestij sahibidir. Aralarında birkaç cümleden fazlası konuşulmasa bile söylenti çıkmasına yetecek bir şöhretten söz ediyorum. Toplumsal baskının dedikodularla sağlandığı bu muhafazakâr toplumda kızın sütçüyle ilişkisi tartışmasız onaylanmış, 18 yaşındaki bir kızın 41 yaşındaki evli bir erkeği ayarttığı saptaması ise hoşnutsuzluk yaratmıştır.
Oysa kızın ilişkisi yoktur ‘sütçü’yle. Tek ilişkisi, ‘belki-erkek arkadaş’ıyla sürdürdükleri gizli kapaklı birlikteliktir. Ne var ki başta annesi ve kız kardeşleri olmak üzere kimseyi inandıramaz genç kız. Günler geçtikçe dedikodulardaki kişi kendisinden çok daha gerçek bir kimlik kazanacak, sütçü ve genç kız hakkındaki hikâye dallanıp budaklanacak, kız hem retçiler hem devlet güçleri tarafından gözlem altına alınacaktır. Kendisini kapana kıstırılmış hisseden genç kız onu kurtaracak bir mucize bekler haldedir.
BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ VE BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLER
Anlatı mekânı 1970’lerin Belfast’ı demiştim ama kentin, ülkenin, anlatıcının ve diğer roman kişilerinin isimleri telaffuz edilmiyor. Onların yerine sıfatları kullanıyor Burns. Başlangıçta tuhaf gelse bile sayfalar ilerledikçe hikâyenin böyle daha anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Zira isimlerden ziyade kimliklerin öne çıktığı bir dünya burası. Bireyselliğin, hoşluğun, neşenin, kötü karşısında iyinin hor görüldüğü, her şeyin -gündelik hayat pratiklerinin bile- politika diline tercüme edildiği “yabancılaşmış, kinikleşmiş ve varoluşsal anlamda buruk bir toprak”...
‘Sütçü’den yola çıkarak siyasetin alanına akmamak, İrlanda’nın kanlı yıllarından, IRA’dan, IRA’nın kitle desteğinden söz etmemek gerçekten zor. Bu topyekûn savaş Burns’ün hikâyesine damgasını vurmakla birlikte Burns’ün meselesi Kuzey İrlanda’yı karakterize eden kasvetli kabile çekişmelerini tartışmak değil. O daha ziyade, yetişkinliğin eşiğindeki genç bir kızın aşk, aydınlanma ve anlam arayışına odaklanarak dinsel ve feodal motifler taşıyan bağımsızlık mücadelesiyle bireysel özgürlükler arasındaki karşıtlığı ortaya koyuyor; mücadelenin erkek egemen yanına özellikle vurgu yaparak.
Temaları önemli ama Burns’ün en güçlü yanı, konuları ele alma becerisinde. Büyük zorbalıkları ve travmaları bile -ciddiyet duygusunu hiçbir zaman azaltmayan- bir oyunbazlıkla, öfkeli ama şefkatli bir mizahla canlandırmış. Burns’ün kapsamlı bir anlatım kurma eğilimi -yoğun ve uzun cümleleri- zaman zaman zorlayıcı gelebilir ama bu anlatım tarzı genç kızın daralmış ruhunun ve hayatı anlamaya/anlamlandırmaya çalışan zihninin en güzel karşılığı. Yetişkinlerin dünyasının ikiyüzlülüğüne, kabalığına, muhafazakârlığın boğuculuğuna karşı kara mizahla dolup taşan ergen bir öfkeyi yansıtıyor. Ve ayrıca Burns’ün yeteneğini de...
‘SANKİ ELEKTRİKLER DAİMA KAPALIYDI’
Anna Burns’ün hikâyesine zamanın ve mekânın doğal karşılığı olarak sızan olaylar gerçekten hem çok önemli hem de bir o kadar hüzün verici. Her türlü farklılığın düşmanlıkla karşılanıp bastırıldığı bir kültürde akıntıya karşı durmanın, birey olma çabasının, küçük sevinçler peşinde koşmanın güçlüğünü açığa çıkarmak için hiç kuşkusuz -“şiddet, güvensizlik ve paranoyayla dolu bir yerde büyüyen kendisinin deneyimlerinden”- Kuzey İrlanda deneyiminden yararlanmış. Ancak “özel olmadan evrensel olunamayacağının” da farkında. ‘Sütçü’deki yerel temaları evrenselleştirmeyi başarıyor. Anlattığı düşman kamplara ayrılan insanlar, başka zamanlarda ve başka coğrafyalarda da karşımıza çıkabilir. Bu insanlar, kutuplaşmış ve kuşatılmış bir topluluğun travmatize olmuş bireyleridir. İnsani dramalarla örülü Belfast ise herhangi bir kent olabilir. Aşağıdaki alıntıyı dikkatle okuduğunuzda 70’lerin Belfast’ının çok yakın zamanlara, çok yakın mekânlara aktarılabileceğini fark edeceksiniz:
“Işıltısı olmayan bir grup insanı ele alın, hatta bir insan topluluğunu, koca bir ulusu ya da belki küçük bir devleti; fiziki ve enerjik düzlemde uzun süre karanlık akli enerjilerin batağına saplanmış, yine yıllara yayılan kişisel ve toplumsal ıstırabın, kişisel ve toplumsal tarihin vasıtasıyla, kasvetin, kederin, korkunun ve öfkenin yükü altında ezilmeye şartlanmış küçük bir devleti... İşte bu insanlar asla ha deyince parlak ve ışıltılı bir sevimlilik abidesinin ortamlarına adım atıp, üstlerine ışık saçmasına müsamaha edemezler. Ortama gelince; o da yine itiraz eder, halkının karamsarlığına destek çıkar. Nitekim her yerin her daim karanlık göründüğü yaşadığım yerde olan da buydu. Sanki elektrikler kapalıydı, daima kapalı. Oysa alacakaranlık geçmişti, ışıklar yanmalıydı ama kimse yakmıyordu, yakılmadığını fark eden de yoktu. Üstelik tüm bunlar normallik gibi görünüyordu”...
YAZARININ HAYATINI DEĞİŞTİREN ROMAN
1962 doğumlu, Kuzey İrlandalı yazar Anna Burns, Belfast’ta, işçi sınıfı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Belfast’ın Katolik bölgesi Ardoyne’de büyüdü. 1987’de Londra’ya taşındı. Arka planda Kuzey İrlanda’nın sorunlarını anlattığı, odağında sıkıntılı bir ailenin olduğu ilk romanı ‘No Bones’u 2001’de yayımladı. Belfast’ın gündelik konuşmalarının temsili açısından James Joyce’un ‘Dublinliler’iyle kıyaslanan bu ilk romanıyla dikkatleri çekmişti. 2007’deki ikinci kitabı ‘Little Constructions’ta yine suça batmış bir toplumu anlatıyordu. 2014’te novellası ‘Mostly Hero’ yayımlandı. Edebiyat dünyasına varlığını kanıtlamıştı ama sıkıntılarının üstesinden gelememişti. Sağlık sorunları ve parasızlıkla boğuşuyordu. 2018’de yayımlanan ‘Sütçü’ hayatını değiştirdi. Bu kitapla Man Booker Ödülü’nü kazanan ilk Kuzey İrlandalı olan yazar, büyük bir para ödülü aldı. Kitap 2018 Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği, 2019 Orwell Ödülleri’ne de değer bulundu, çok satanlar listelerine girdi. Güney İngiltere’ye yerleşen Burns yazmayı sürdürüyor.
SÜTÇÜ
Anna Burns
İthaki Yayınları, 2020
360 sayfa, 40 TL.