Güncelleme Tarihi:
Cumartesiyi pazara bağlayan gece rüyamda Çolpan İlhan’la Attilâ İlhan’ı gördüm. Sadri Bey’i (Alışık) kaybettikten sonra da Kanlıca’daki yazevinde buluşulurdu; yine oradaymışız. Çolpan yapayalnız kaldığını söylüyormuş. Attilâ Ağbi’nin teselli sözleri boşunaymış.
Derin üzüntüyle uyandım. Buradaydılar onlar, diyordum kendi kendime. Özlem yakama yapışmıştı. Saate baktım, üçü geçiyordu. Virginia Woolf’un ‘Perili Ev’ini (‘Pazartesi ya da Salı’da yer alır, İlknur Özdemir’in çevirisi, Kırmızı Kedi Yayınları) hatırladım: “Kalpteki ışık’’.Yıllar önce, ilkgençliğimde, Yeni Dergi’de okumuştum ‘Perili Ev’i, içim titreyerek. O yıllara da geri döner gibi oldum. Neydi beni üzen, bunca anılara savuran? Gerçi son sıralar böylesi rüyalarla zaten baş edemiyorum. Tolga Meriç’in ‘Pati İzleri’ni okumuştum (Epsilon Yayınevi). Belki o yüzden. ‘Pati İzleri’ yürek yakıcı bir anlatı; kediler arasında geçiyor, belki çocuklar için yazılmış. Belki diyorum; çünkü iletisi büyüklere sesleniyor: Merhametsiz bir dünyaya boyun eğmeyiniz!
Tolga’yı eskilerden tanıyorum, Cumhuriyet Radyo yıllarından; birlikte çalıştık. Edebiyata tutkusunu iyi bilirim. Uzun dönemler ‘gölge yazar’ konumunda kaldı. ‘Pati İzleri’ -yanılmıyorsam- ilk özgün verimi. Yolu açık olsun. Akşam, ‘Dostoyevski ve Nietzsche’ye de devam etmiştim (Notos Kitap). Hiç tanımadığım Lev Şestov’un bu özlü incelemesini Kayhan Yükseler dilimize çevirmiş. Kayhan Yükseler’i elbette tanıyorum: Son yılların en önemli çevirmenlerinden. Yükseler’den ilk kez ‘Dostoyevski’nin ‘Bir Yazarın Günlüğü’ çevirisini hayranlıkla okumuştum. Sonra ‘Baden-Baden’de Yaz’ (Yapı Kredi Yayınları); Faruk Şüyün’e geceleyin telefon ettiğimi hatırlıyorum: Bu çeviri göz kamaştırıcı! Kayhan Yükseler’in masamda yeni bir çevirisi daha var: Tolstoy’dan ‘İncil’in Kısa Bir Özeti’ (Everest Yayınları). Hemen okumak istiyorum... Şestov 1938’de Paris’te, ülkesinden uzak, hayata veda etmiş. Dostoyevski için yazdıkları hâlâ dipdiri: “(...) kahkahalarının altında gizli gözyaşları olduğundan (...)”
Belki de Nietzsche’ydi rüyama yol açan: “Ona uzun süreli karanlık, kavranılmazlık, gizem, muamma gerekliydi. Ah, bunlar onu nasıl da ‘geçmişe’, gençliğinde yaşadığı o sade, huzurlu, muntazam dünyaya çekiyordu!” Attilâ Ağbi Nietzsche’yi hem sever, hem ürkerdi ondan; “İçimi karartıyor” derdi. ‘Cehennem Kraliçesi’ni yazıyordum. Yazdıklarımı bölüm bölüm gönderiyordum Attilâ İlhan’a, Ankara’ya. ‘İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde’ye açılıp gittiğim sayfalara “Aman dikkat!” demişti, “Nietzsche çarpar insanı.” Şeştov’un incelemesindeki Nietzsche bambaşka: Bütün dönüşümlerinde ruh gurbeti başı çekiyor.
Sabaha karşı balkona çıktım: Rüzgârlı bir serinlik, sanki yaz gecesi değil. Balkondaki hasır masada Server Bedi’nin (Peyami Safa) 1930’ların sonunda yazdığı, sayfaları sararmış, kapağı yıpranmış bir romanı duruyordu: ‘Korkuyorum’. Onu da yenilerde okuyup bitirmiştim; masada kalakalmış.
Oldum bittim, Peyami Safa’nın Server Bedi kimliğine bürünmesine takılıp kalırım: Bir adım ötesi yetkin bir roman, ‘Korkuyorum’ öyle. Ama o günün sıradan okuruyla buluşmak için klişe pembeliklere açılmış, herhalde zorunlulukla. Öteki, yazılamamış ‘Korkuyorum’ mu kederli rüyaya yol aldırtmıştı?
Dize Ahmet Hâşim’den “Bu sönen gölgelenen dünyada!” Gerçekten de söndü mü? Bana öyle geldi ki, anılarda, anıların alıp götürdüğü rüyalarda yaşıyor. Kitaplara gelince, her biri yeniden ışıltı. Yarın yine, yeniden ‘Uzak Bir Kıyıda’yı (Gülten Akın, Yapı Kredi Yayınları) okuyabilirim: “hasretinle söyleşmeyi öğrendim”...
Yılların aziz dostu, değerli Ahmet Cemal’i sonsuz sevgiyle anıyorum. Bu köşede ayrıca yazacağım.