Güncelleme Tarihi:
Her şeyin çok hızlı değiştiği, pek çok şeyin isminin yarına kalmadan unutulduğu, geçici heveslerin coşkusuyla oradan oraya savrularak geçen bir çağda yaşıyoruz. Sürekli ‘daha hızlı’nın, ‘daha iyi’nin, ‘en mükemmel’in önümüze konduğu 21’inci yüzyılda sürekli gelen güncellemeler arasında neyi, ne şekilde istediğimizi anlayıp düşünecek zamanı kendine yaratamamaktan şikâyetçi insanlar olarak, yine de bu akışa dur demeyi ve sakin kalmayı ne denli başarabiliyoruz ya da başarmak istiyor muyuz orası da bir muamma...
Bir de bunun tam tersini savunan bir anlayış söz konusu. Yavaşlığı savunan, günümüzün insanlarından talep ettiği agresif hıza karşılık durmayı, sakin kalmayı, içinde bulunulan anı daha iyi kavrayabilmek adına dışarıdan bakabilmeyi öğütleyen bu ‘yavaşlık’ akımı yeme içmeden gündelik rutinlere ve iş yapma biçimine dek pek çok alanda kendini gösteren bir düşünce biçimi. Daha ziyade Uzakdoğu felsefesinin temel motiflerini barındıran bu akıl çağrısına çok ihtiyacımız var aslında. Hayatı sürekli dışarıya doğru, dışarısı için, dışarıya bağlı ve dışarıda yaşamak halinden kendi iç sesimize dönmeye çağıran bu anlayışı yaşamına uyarlayanlardan birisi de Ege Soley.
Aynı zamanda çiçek tasarımcısı olan ve kadın girişimcilerin üretimlerini destekleyen Slow Public’in de kurucusu Soley’le geçen sene yayımlanan ‘Sakin’ adlı kitabı sayesinde tanışmıştık. İlk kitabında okurlarını gündelik hayatın koşturmacasından sıyrılıp kendine küçük sakinlik adaları yaratmaya davet eden ve “Koşmayı bıraktığın gün, vardığın gündür” diyen Soley, Doğan Novus’tan yayımlanan ikinci kitabı ‘Yakın’ ile bizleri iç sesimizi duymaya davet ediyor. Kitabının arka kapağından okurlarına “Sevgili arkadaşım; hepimiz bir diğerinin hikâyesinin bir köşesi, birbirini bir yerlerde mutlaka tamamlayan film kareleriyiz. Kendimize yaklaştıkça ben, biraz uzaklaştıkça diğerleriyiz. Ve eğer tek bir sesin peşinden gideceksek hayatta, bu sadece kendi sesimiz. Çünkü yazdığımız eninde sonunda kendi hikâyemiz” diye sesleniyor.
Kendine yaklaşamayan insanın hep biraz eksik, hep biraz yarım, hep biraz yavan olduğunu hatırlatan bu ikinci kitap, bir bakıma birincinin de devamı gibi. Kulaklarımızı tıkadığımız ya da dışarının gürültüsünden duyamaz hale gelip unuttuğumuz kendi iç sesimizi bize tekrar hatırlatıp, ona yeniden yaklaştırma niyeti taşıyor. Bunu yaparken insanın kendi kumaşından, ormanından, göğünden, denizinden, toprağından korkmamasını hatırlatıyor. Çağın getirdiği en büyük sorunlardan birisi de aslında ne istediğimizi tam olarak bilemediğimiz, hepsini ve her şeyi aynı anda istediğimiz bir illüzyon dünyasına dönüşmüş olması belki. ‘Yakın’ın sayfalarını çevirirken içine düştüğümüz bu gafletle aslında ne denli kendimize yabancılaştığınızı, farkında olmadan ne denli yorgun düştüğünüzü fark ediyorsunuz. Soley’in bir iç dökmesi gibi düşünebileceğiniz her sayfa her ne kadar kendinden yola çıkıyor olsa da pek çok kişinin sahip olduğu karmaşık duygu ve akıl durumuna işaret ediyor. Bundan sıyrılmak ve kendine başka bir gözle bakabilmek için okuruyla beraber yollar arıyor.
Mutlu anları, heyecanları ve arayışlarının yanı sıra zıtlıkları, çelişkileri ve tökezlemeleri ile de bir bütün hayatlarımızda, şikâyet etmeden yola devam etmeyi, gelene razı olup, onun içinde taşıdığı öğütleri görmeyi bir şekilde öğrenmeden huzura kavuşamıyor insan. Çok basit, aynı zamanda çok ihtişamlı hem sade hem karışık, alabildiğine yalnız, bir o kadar kalabalık hayatlarımızda kendi iç sesimizi duymak ve kendimize yakın olmak için bize yollar açıyor. Kısalığına ise hiç aldanmayın, çünkü her sayfasında durup düşündüğünüz pek çok detayla dolu şekilde inandığı ve savunduğu yavaşlığın hakkını veriyor.