Güncelleme Tarihi:
Mehmet Güreli, bir addan çok bir buluşma gibi. Toplanma alanı. Toplumsal hafıza değil ama sinemanın, müziğin, felsefenin, edebiyatın, öykünün, denemenin, resmin deltası. Labirenti değil, çoklu bir devreyi andırıyor. Biraz uzağa çekilip bakıldığında, geceleyin kainat ya da gece görülen, geçilen büyük kentlere de benziyor, incecikten akan renk ırmaklarını görmeye de. Hem okuru ören hem de yapıtların birbirleriyle örüldüğü, bir karınca çabasıyla tek başına bir kolektif oluşturuyor işleri.
Belki de son kitabının adıyla, ‘Şehirli Karınca’ (Sel Yayınları) demek en doğrusu Güreli’ye. ‘Nevi şahsına münhasır’ son karıncalardan. Varlığını yazıya, harflere, çizgiye, renge, sese adamış ve onların birbirlerine geçişliliğini, etkilerini, olasılıklarını, olmazlıklarını düşünüp eylerken, aynı zamanda demek gerekir mi bilmem, nelik’lerini de araştırıyor, yeniden bakıyor.
Yeniden bakış. Güreli hangisine dokunuyorsa, kalem, fırça, kamera, onun hem geleneği içinde duyumsuyor kendini hem de gelenekten çıkış yollarına yürüyor. Bu onun gelenekle kurduğu bağları doğrusal bir tek çizgi üzerinde değil, çoklu, yeniden uçveren bir ilişki içinde yorumlamasına yol açıyor.
‘Şehirli Karınca’ da yapısıyla, tekniğiyle bir ‘buluşma’, içeriğiyle adeta bir ‘öykü belgeliği’, alıntılarıyla, parçaların birbirlerine geçtiği bir ‘puzzle’ ve özgünlüğüyle de bir Mehmet Güreli icadı ve icabı. ‘Piatti’ öyküsündeki ‘Yazı bir alan yaratmak mıdır?’ sorusunun yanıtı gibidir. Yazı bir alandan fazlasını yaratmaktır belki de, boşluğu da yaratmaktır. Mark Rothko için dediği gibi, ‘yalınlık boşluğu misafir eder’ ve ‘boşluk resmin bir parçası olmuştur’.
Rothko’nun asistanı Jonathan, ‘ışığın değeri üzerine düşünen bilgeler’e rastladığını söyler, ona ‘güneşle temasın büyüsü’nü anlatırlar, ‘tanrıçaları ve Kafka’yı değişik ortamlarda, farklı ışıklar altında okumayı’ öğretirler. Güreli de Truffaut’dan Bresson’a, yazıdan çizgiye, müzikten görüntüye, ‘ışığın değerini düşünen’ ve ‘kelimeleri gölgelerinden söken’ bir şehirli karınca oldu hep.
Mehmet Güreli: Sevdiğim yazarları okumuş, sevdiğim filmleri görmüş, sevdiğim ressamlara bakmış ve hepsini kendi yapıtlarında yaşatan, aslen ressam, aslen sinemacı, aslen müzisyen, aslen denemeci ve aslen öykücü.
Evin ateşi var!
Yusuf Çopur’la bir öğretmen olarak tanıştım. ‘Daha Vakit Var’ (2012) ve ‘Bir Uzak Düş’ (2014) adlı iki güzel romanıyla karşılaştım, ikisi için de yazdım. Şimdi de ‘Herkes Dışarı’yı (KDY, 2020) okudum.
Hiçbiri öyküye yabancı olmayan yerli-yabancı hayatlar, yaşlılar, üniversite yılları, mektuplar, arkadaşlıklar, yoksunluklar ve elbette, olmasa bu anlatıların, anlatılanların hep eksik kalacağı aşk... ”Aşk gelince cümle eksikler biter” duygusunu var eden öyküler...
Doğal ve kolay bir anlatımı var Çopur’un. Dile kolay da diyebilirsiniz bu anlatım rahatlığına. Betimler gibi değil, fakat birkaç çizgiyle, bir cümleyle, bazen de bir aforizmayla, bazıları çok ilginç, bazıları yazarın hüneriyle ilginç kıldığı öykü kişilerini tanıtıveriyor.
Çopur’un özellikle ilk romanı ‘Daha Vakit Var’, yoksul çocukluğu, çeşitli yurtlarda yaşadığı güçlükler ve babasızlığın getirdiği kederle kopkoyu örülü bir anlatıydı. Durumlar yeterince acıtıcıydı, yazarın anlatımındaki acılıkla birleşince de, hâlâ içimi burkan bir kitap diye hatırlıyorum. ‘Herkes Dışarı’ ise fantastik, masalsı öykülerle birlikte anı tadındaki öykülerle de, koyudan açığa, kederden gülümsemeye, trajediden ironiye doğru seyreden 15 öykülük bir toplam.
Dünyanın ateşi var, evin, insanın ateşi var, fakat artık bu ateşi serin kelimelerle karşılayan bir Yusuf Çopur var. Ölümden sonrasında bile okuru gülümseten, ruhlardan ruh seçmeye davet eden, öykü kişilerini açmazlarıyla sergileyen ve ilginç konularıyla da okuma keyfi veren bir kitap ‘Herkes Dışarı’.