Güncelleme Tarihi:
Çağdaş İskandinav suç romanları tüm dünyada polisiye tutkunları için ayrı bir yere sahip. ‘Nordic Noir’ adı da verilen bu kitaplar artık neredeyse ayrı bir tür olarak kendini kanıtlamış görünüyor. İsveçli Maj Sjöwall-Per Wahlöö ikilisinin açtığı bu yolda ilk taşları ise yine İsveçli Henning Mankell ve Stieg Larsson koyuyor. İsveç’ten Camilla Lackberg, Hakan Nessler, Norveç’ten Jo Nesbo ve Karin Fossum, Danimarka’dan Christian Jurgensen ve Peter Hoeg, Finlandiya’dan Leena Lehtolainen ve Salla Simuka ile İzlanda’dan Ingvar Ambjörnse ve Arnaldur Indridason gibi isimler de türe katkı sunmaya devam ediyor.
İngiltere Polisiye Yazarları Birliği ‘Altın Hançer’ ödülü sahibi Arnaldur Indridason ‘Nordic Noir’ların belki de en soğuk hikâyesi ‘Hipotermi’ de türün tanımlayıcı özelliklerinin birçoğunu bünyesinde barındırıyor: Karanlık atmosfer, kara kara düşünen karakterler, buz ve karla kaplı boş alanlar, uzun yolculuklar, uzun süredir çözülmeyi bekleyen davalar ve sessiz bir dedektif. Ama diğer İskandinav kitaplarından onu ayıran keskin çizgiler de yok değil. Çünkü İzlanda diğerlerine göre kışı daha sert yaşıyor ve Dedektif Erlendur diğerlerine göre çok daha sessiz...
KAYBOLANLAR VE GERİDE KALANLAR...
Başkahramanı Erlendur olan ‘Reykjavik Polisiyeleri’nin altıncısı ‘Hipotermi’ polis imdat hattının gece yarısından sonra aldığı çağrıyla açılır. Thingvallavatn Gölü kenarında arkadaşı Maria’nın yazlık evine giden Karen, arkadaşını kirişe asılı halde görünce polisi aramıştır. Olay yerine giden Kriminal Araştırma Dairesi üyeleri soruşturmayı basit bir intihar vakası olarak kayda girse de asık suratlı, deneyimli dedektif Erlendur kayıtdışı bir soruşturmaya girişir. Hikâye boyunca yalnız çalışmayı seçen Erlendur; Maria’nın kocası, akrabaları, arkadaşlarıyla konuşarak onu kendi hayatını sona erdirmeye iten şeyin ne olabileceğini anlamaya çalışır.
Görünüşe göre Maria birkaç ay önce annesinin ölümünden ve belki de babasının henüz gençken boğulmasından sonra girdiği depresyonu atlatamamıştır. Annesinin öteki dünyadan kendisine mesajlar bıraktığına inanan kadının çareyi medyumlarda aradığı ortaya çıkar. Erlendur araştırmaları sırasında birkaç detaydan rahatsız olur ve koyu bir Hıristiyan olan kadının kocasının cesedi yaktırmasının ardındaki sebepleri araştırırken hipoterminin başrolde olduğu komploya ulaşır. Erlendur, intihar soruşturmasının yanı sıra geçmişten iki çözülmemiş kayıp vakasını yeniden araştırmaya da başlar. Şubat 1976’da çözemediği, ortadan kaybolan üniversitenin son yılında bir çocuk ve üniversitede biyoloji okuyan bir kız. Yılların deneyiminden gelen sezgisel güçlerine güvenen Erlendur, bir dava açma eğiliminde olsa da olmasa da okuyucuyu ürkütecek kadar öngörülüdür. Aslında Erlendur’u bu resmiyete dökülmeden kendi başına yürüttüğü soruşturmalara itenin, geçmişinde yaşadığı travmatik olay olduğu ortaya çıkar. 10 yaşındaki Erlendur ve sekiz yaşındaki küçük kardeşi bir kar fırtınasında kaybolmuştur. Sadece ‘donarak ölmek üzere’ olan Erlendur bulunmuştur. Aslında Erlendur, kaybolanların ve geride kalanların -kendisi de dahil olmak üzere- ruhlarının hipotermisini çözme arayışına girişmiştir.
Polisiye kurgunun tüm referanslarını taşıyan bir kitap olsa da ‘Hipotermi’de heyecan verici sahneler ya da zirveler yok. Yazarın kavga sahnelerine, araba kovalamacalarına veya kana başvurmadan, sakince okuyucusunu sürükleyen bir anlatısı var. Genel olarak, Harry Bosch ve Kurt Wallander’ın kalibresinde bir dedektif yaratan bir yazarla tanışmak için ‘Hipotermi’ güzel bir okuma olacaktır.