Güncelleme Tarihi:
“İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. Peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni budur,” diyor Chateaubriand kendi yaşamının muhasebesini yaparken. Hatice Aydoğdu’nun hocası Emin Özdemir’le yaptığı nehir söyleşiyi, Göğüne Sığmayan Bulut’u okurken sık sık bu sözü anımsadım. Emin Özdemir, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün ilk asistanı, Hacettepe Üniversitesi Türkçe Bölümü’nün kurucusu, Türk Dil Kurumu’nun en verimli yıllarında Terim Kolu Başkanı, Ankara İletişim Fakültesi’nin efsanevi hocası, yazar... Şüphesiz bu sıfatlar Özdemir’in 85 yıllık yaşamını bütünlüğüyle açıklamada eksikli kalan ışıltılı etiketler. Çünkü Chateaubriand’ın dediği gibi Özdemir’in de “bir tek ve hep aynı yaşamı” yok. Kendini aşmaya, göğüne sığmamaya adanmış her insan gibi Emin Özdemir de artık onun olmayan yaşam fragmanlarını, Emin’leri taşıyor içinde. Aydoğdu’nun sorularıyla unutmaya başladığı bu fosil benlikleri anımsıyor, onlarla yüzleşiyor Özdemir. Söyleşide defalarca yinelenen Márquez’in o sözünde ifade edildiği gibi, “Hayat insanın yaşadıkları değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır”. Bir başka deyişle hatırlananla yaşanmış arasında unutmayı seçtiklerimizin açtığı kaçınılmaz bir uçurum vardır ve bu anlamda nehir söyleşiler ve anılar ancak onları yazan belleğin sansürünün ürünüdür. Tam bu noktada Hatice Aydoğdu, yılların muhabirliğinin getirdiği içgüdüyle, hocası Özdemir’in belleğinin sansürüne izin vermemiş, unutmayı seçtiklerini, kaçak yanıtlarını bir bir yakalamış. Böyle olunca da ortaya kendisiyle (çocukluğu, babalığı, kocalığı, dedeliği ve hocalığıyla) yüzleşen bir insanın portresi ve “suya sabuna dokunan” dürüst bir nehir söyleşi çıkmış.
Göğüne Sığmayan Bulut, Emin Özdemir’e odaklanan ve kalan her şeyi bulanıklaştırıp küçükleştiren bir büyüteçten öte, Özdemir’in perspektifinden artık var olmayan, kaybedilmiş Türkiye’ye yöneltilmiş bir kamera. Bu kamera Erzincan’ın toprakları verimsiz, unutulmuş bir köyünde iki büyük savaşın ortasında doğmuş bir çocuğun nasıl “seçenek” ve “sözel” gibi birçok sözcüğü bulan dilbilimciye dönüştüğünü anlatmamış yalnızca. Yoksul fakat gelecek günlerin aydınlığına inanan bir cumhuriyetin, şehirlileşen fakat taşrasını içinde taşıyan bir Türkiye’nin, kısacası “peş peşe eklenen birçok yaşamlarımızla” bizlerin öyküsü var kitapta. Bu yönden Özdemir’in bir zamanlar inandığı ülkesine bugün bakıp duyduğu yabancılaşmada, öfkede ve yenilmişlikte sık sık hissettiğiniz ama adını koyamadığınız o duygu amalgamını bulacaksınız.
Özdemir’in kamerası arpaların biçildiği bir yaz günü Erzincan’ın Ençiti köyünde kayda başlıyor. Doğum gününün hastane kayıtlarına göre değil, arpaya, buğdaya ve toprağa bakarak “aşağı yukarı” belirlendiği zamanlar... “1931 yılında Türkiye’de bir köyde doğmak yaralı doğmak demektir,” diyor Özdemir o zamanlarla yüzleşirken. Emin sofrada bir boğaz daha artacak diye istenmeyen, düşmesi için Ençiti’nin tüm “gelişmiş” doğum kontrol yöntemlerine başvurulmuş bir bebek. Anası loğ (damların ağırlığı) kaldırıp damlardan atlamış, –Cemile Hanım İş Kanunu’nun hamilelik izni ile ilgili hükmünü bilmiyor olacak ki (!)– doğuma kadar da tarlada çalışmış. Bu bağlamda köy yaşamının acımasız dürüstlüğü, saf pragmatizmin biçimlediği ahlakı, nehir söyleşide romantikleştirilmeden bütün gerçekliğiyle anlatılmış. Çocukluğu ve gençliği işte böyle bir ortamda, Külebi’nin deyimiyle “bit, deprem ve acının”
belirlediği, dünyanın kalanından kopuk, yalnız jandarmayla vergi tahsildarının anımsadığı Anadolu köylerinin birinde geçmiş. Köyde geçen çocukluk ve yeniyetmelik günleri değişken, iç içe giren duygular ve yoğun izlenimler yoluyla anımsanmış. Çocukluk bütün saflığıyla duyguların kurduğu, geçmişi ve geleceği olmayan kesintisiz bir şimdiki zamansa, kitaptaki çocukluk bölümü de fotoğraflarla anlatılan bir uzun öykü. Özdemir belleğinde sakladığı çocuk Emin’in çektiği fotoğrafları zamansal bir düzene koymuş ve bir anlamda kendi sefalet müzesini kurmuş. Kardeşiyle saçlarında buldukları bitleri yarıştırıp ateşte yakma oyunu, jandarma geldiğinde ceberut devletle oynadığı düşlemsel saklambaç, ona işkence eden kundura ustası ve ortaya konan bulgurdan daha çok yiyebilmek için girişilen sessiz kaşık yarışları ise bu müzenin kimi hüzünlü parçaları.
Çocuk Emin’i bu sefalet müzesinden kurtarıp onu Emin Hoca yapansa, onda iz bırakan kurmaca kişilerle beraber yaşadığı düşlemsel sözcükler müzesi. Özdemir sözcüklerin gizemini ve dilin öngörülmez olanaklarını ilk kez okuma yazması olmayan köy kadınları için yazdığı gurbet mektuplarında keşfediyor. Özlemlerini, aşklarını ve öfkelerini düz bir anlatımla değil küçük süslemelerle ifade ettiğinde duydukları mutluluğu, ona sarılıp kuru meyve hatta şeker verdikleri günleri anımsıyor. Belki de Özdemir’in hayatı boyunca sürecek hocalık eylemine ilk biçimini veren de o günler. Ancak türkülerle konuşan, öfkelenen ve aşk duyan dilsiz Anadolu insanına gerçekten onların olan bir dil vermek, onun Öz Türkçe savaşımını besleyen asıl kaynak. Bu bağlamda nehir söyleşide iki ayrı müzede yaşayan iki farklı Emin Özdemir’i dinliyoruz. Bunlardan ilki gözlemlemekten kendini alıkoyamayan, yalnızca kendi öyküsünü anlattığını sanırken aslında taşrası ve kentiyle bir zamanların Türkiye’sinin portresini çizen, bir zaman ve uzamın içinden Özdemir’in sesi. Ötekiyse inandıklarını, dünya görüşünü savunan zamandan ve uzamdan bağımsız gerçek bir aydının sesi. İlk bakışta neredeyse Platonist bir ikilik gibi gözüken Özdemir’in gerçek ve somut yaşamıyla düşünceleri arasında yaptığı bu ayrım, kendi dünyasını açıklıkla okuyucuya ve Aydoğdu’ya ulaştırmasında ona ideal bir yöntem sunmuş. Nitekim Özdemir, bir yandan kendi benliğini onunla konuşan ve içinde yaşattığı sayısız roman kahramanının sesinde bulmuş bir insan. Sözgelimi babalığını topu topu birkaç yıl gördüğü kendi babasını düşünerek değil, Goriot Baba’ya bakarak biçimlendirmiş. Ya da eşine hiçbir zaman almadığı çiçekleri, düşlemsel dünyasında Emma Bovary veya Anna Karenina gibi el kızlarına götürmüş. Diğer yandan, yaşamında izdüşümü olmayan hiçbir düşünceyi de, yaşam görüşünün parçası yapmamış, böylece kaleminin onurunu korumuş. Örneğin cumhuriyetin getirdiği değerler dizgesini savunmak, Özdemir için belli bir politik kastın söylemi olmanın ötesinde bir anlama sahip. Onun için cumhuriyet, yamalı şalvarı çıkarıp pantolon giydiği an, köy enstitüsünün beyaz urbası içinde o ilk aitlik hissi. Bu yönden Göğüne Sığmayan Bulut yaşamıyla entelektüel eylemi iç içe geçmiş bir insanı tanıtırken, okuruna upuzun bir okuma listesi de sunuyor. Özdemir’in edebiyatla anlamlandırılmış bu göğe sığmama öyküsü, edebiyatın şimdi unutulmuş o eski işlevini okura anımsatıyor: Sofra sohbetlerinde entelektüel gözükmek için hazırda tutulan birkaç ad bilmenin ötesinde hümanist bir yaşam eğitimi olarak edebiyat.
Göğüne Sığmayan Bulut farklı katmanlarıyla bambaşka okurlara seslenen, bambaşka okumalara olanak veren bir kitap. Her şeyden önce entelektüel tarihimiz için önemli bir kaynak kitapla karşı karşıyayız. Kitapta, Yusuf Ziya Ortaç’ın portrelerindeki gibi dürüst bir üslupla çizilmiş, Adnan Benk’ten, İhsan Doğramacı’ya, Aziz Nesin’den Ömer Asım Aksoy’a uzanan onlarca kişinin detaylı portrelerini bulacaksınız. Ankara’nın gerçek bir kültür ortamı olduğu bir dönemde o ortamın merkezindeki Özdemir, artık kaybolmuş dünyasını kimi zaman özlemle kimi zaman eleştirellikle anıyor. Bunun yanında Özdemir, cumhuriyet
devrimlerinden en tartışmalısı olmasına rağmen genellikle önyargılar üzerinden değerlendirilen dil devriminin iç yüzünü ve inkâr edilen başarısını ortaya koyuyor. Kısacası, Göğüne Sığmayan Bulut, “güneşli günler göreceğiz” ülküsü uğruna durmaksızın çalışırken kızlarına ancak “daktilo sesi” olabilmiş bir babanın, bir cumhuriyet aydınının kendisiyle, başarılarıyla ve pişmanlıklarıyla yüzleşmesi.
GÖĞÜNE
SIĞMAYAN
BULUT
Hatice Aydoğdu
Akılçelen Kitaplar, 2017
460 sayfa, 28 TL.