Güncelleme Tarihi:
‘Freud, Totem ve ‘Tabu’ adlı önemli yapıtında, tanrının, totemlerin ve bu bağlamda tabuların ortaya çıkış süreçlerini araştırır. Tanrının yüceltilmiş bir babadan başka bir şey olmadığını söyler ama bu yüceltmenin öncesinde tüm kadınları kendine saklayan ve diğer erkeklere/oğullara baskı uygulayan babadan nefret edilip, öldürülmesi gerektiğini savunur. Freud da tıpkı, kuramlarını oluştururken sıklıkla yaslandığı Yunan mitolojisinde olduğu gibi eril bir dil benimser ve erkekler tarafından yazılmış olan efsanelerin, mitlerin peşinden gider. Oysa kadınlık salt, uğruna babanın öldürülüp sonradan tanrılaştırıldığı ilkel toplumlardaki gibi ikinci planda bırakılmış bir motif midir? Yoksa, kadın kültü katmanlı ve çok kültürlü pek çok anlamı olan gerçeklik bağlamında mı ele alınmalıdır?
Sanırım, yaşadığımız coğrafyada her ne kadar eril bir dil hakim olsa da, hem görsel hem de sözel kültür kadın yaratıcının varlığını ağırlıklı olarak hissettiriyor. Bütün bu sözcükler karmaşasının içinde gerçek ‘söze’ kulak kabartmak ve tabii duymak bir pratik gerektiriyor kuşkusuz. İşte bu anlamlı sözleri çok uzun zamandır duymuş bir sanatçı Selma Gürbüz. Ama en önemlisi, süreklilik içinde, efsaneleri, mitleri ve hatta gelenekselleşerek klişeleşmemiş geleneklerin izlerini sürmesi ve ardına takıldığı gerçeklikten kendine has yeniyi çıkarabilmesi... Buradan kendi, biricik görsel ikonografisini oluşturuyor olması… Bu ikonografide kadın imgeleri her ne kadar öne çıksa da, simgesel anlamlar içeren motifler de var.
Selma Gürbüz’ün ikonografisindeki kadın imgeleri farklı kavramlara –cesaret, iktidar, güç, güzellik vb.- karşılık geliyor ve tarihteki kimi kült kadın figürleriyle kişileştiriliyor. Gürbüz’ün Rampa’da ‘Karnavalesk’ adını verdiği bu sergisinde, kendine özgü estetik dille ifade bulan büyük boyutlu işleri, sanatçının oto-portresiyle bütünleşerek hem bireyselliği hem de anonimliği vurgulanan kadınlara dönüşüyor. Bu kadınlar, bir bakıyorsunuz vücudu sımsıkı bir zırhla örülü Jean d’arc; bir bakıyorsunuz tek memeli yonca yapraklarıyla bezeli bir Amazon... Bu kadınlar tarihsel ve mitolojik bir figüre karşılık gelseler de aslında tek bir karaktere indirgenemeyecek kadar çok boyutlular. Bu bir bakıma bir izleyici olarak, sözcüklerin arasındaki sözü nasıl okuduğunuza bağlı: Jean d’arc, bir bakış sonrasında vakur bir Artemis olarak, Amazon kadını ise Athena’nın sureti olabilir pekala. Bu kadınların imgelerine sözsüz konuşma balonları eşlik ediyor ayrıca; yazıya gerek kalmaksızın kendi tarihsel tanıklığımıza doğru bir yolculuk bu. Dolayısıyla Selma Gürbüz bir bakıma hepimize ait olan, kolektif belleğimize sinen efsanelerin ve imgelerin arkeolojisini yapıyor. Bu nedenle onun resimlerinde izlediğimiz figürler hem tanıdık; hem düşsel, hem masalsı, hem de fazlasıyla gerçek... Tıpkı üslup olarak bir yandan iki boyutluluğu vurgulayarak bunun bir ‘resim’ olduğunu işaret etmek, bir yandan anlam katmanları üretmek ve diğer yandan illüzyon mantığına, optik yanılsamalara, birbirinin tekrarıymış gibi görünen ama aslında biricik olan motiflere, sanat tarihinin ikonlaşmış figürlerini çağrıştıran imgelere göndermelerde bulunması gibi…