Güncelleme Tarihi:
Bertolt Brecht’in, 20’nci yüzyılın sürpriz şiirlerinden olan, o muhteşem ‘Okumuş Bir İşçi Soruyor’ şiirinin girizgâhı şöyledir: “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/Kitaplar yalnız kralların adını yazar./Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?/Bir de Babil varmış boyuna yıkılan/Kim yapmış Babil’i her seferinde?” (çev. A. Kadir) Jane Caplan, ‘Hitler Almanyası’ adlı kitabında, 2008 itibariyle Üçüncü Reich’ın tarihçiler tarafından ihmal edilmediğini, bu konuda 37 bin kitap yazıldığını dile getirir. Tarih hâlâ krallardan söz ediyor, mağdur ve kurbanlardan değil.
Hannah Arendt, ‘Karanlık Zamanlarda İnsanlar’ adlı kitabında Gotthold Ephraim Lessing, Rosa Luxemburg, Angelo Giuseppe Roncalli, Karl Jaspers, Isak Dinesen, Hermann Broch, Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Waldemar Guiran ve Randall Jarrell’ın baskı dönemlerinde nasıl bir varoluş içinde olduklarını irdeliyor. Bu kitap, söz konusu yazarlar hakkında aynı zamanda bir biyografiler kitabı. Sanırım, Arendt’in en muhteşem kitabı.
Nilgün Toker’in önsözü, Arendt’in yaklaşımına teorik bir el feneri niteliğinde. Toker’e göre Arendt, “düşünmeye konu edilen şeyin ne olduğu sorusuyla değil, [düşünmenin] dünyaya nasıl göründüğüyle ilgilenir”. Düşünme, deneyimle sınanır, deneyimde yapılandırılır. Arendt’e göre karanlık günler, bireylerin birer ‘politik aktör’ haline gelmesini engelleyen, bunun yollarını kapayan dönemlerdir. Arendt, politik olmayan tarihsel figürleri politik aktör olarak okumaktadır. Toker’in ifadesiyle söylersek politik aktör, Arendt’e göre, “özgürlüğünü eşitler arasında sözleri ve eylemleri aracılığıyla kendisini ifade etmek şeklinde açığa vuran, bu nedenle ‘odasına kapanmamayı’, konuşma, akıl ve yaratıcılık gücüyle diğerlerinin huzuruna çıkmayı seçen kişidir”. Politik aktör kendi farkını söz ve eylemleriyle ortaya koyan kişidir. Bu varoluş biçimi, Arendt’e göre özgür eylemde ortaya çıkar. Toker’in ifadesiyle özgür eylem, ona göre, “kendi yargı yetimizle aldığımız kararı hayata geçirme, açığa vurma” etkinliğidir. Arendt, karanlık zamanların insanları olarak gördüğü tarihsel figürlerin eylemlerini, tercihlerini özgür eylem olarak gördüğü için politik aktör olarak okur. Arendt’e göre, bu tarihsel figürlerin bir şöhreti var ise bu şöhret, ölümden sonra gelen şöhrettir, kâr getirmeyen bir şöhret. Ölümden sonra gelen şöhret, aynı zamanda şöhretin güvence altında olduğu anlamına gelir.
Arendt’in, Brecht hakkındaki yazısına dikkat çekerim. Bu analizin başka örneği yok. Arendt, Brecht’in biyografisiyle bakışımlı bir düşünsel analizini sunuyor. Muhteşem. Bu irdeleme, “şiirle siyaset arasındaki şaibeli ilişkinin” de bir irdelemesi, Platon’u aratacak nitelikte. Şairler “çoğu zaman üzücü bir haylazlık gösterirler”. Arendt bu haylazlığı, Brecht’in, komünist bir rejimde yaşamanın ne anlama geldiği konusunda, Doğu Berlin’e yerleşinceye kadar susmuş olmasında görür. Çek pasaportu, İsviçre’de bir banka hesabı, Batı Almanya’da bir yayıncı bağı... Doğu Almanya’da bir gelecek görmemektedir.
Brecht’in ‘An die Nachgeborenen’ (1939) şiirini, kendi sesinden dinlemeyi özellikle öneririm (https://www.youtube.com/watch?v=iQBqwU5BBMI). Brecht, Weimar Cumhuriyeti’nin neşeli çocuğu idi. Ağzında purosu, o unutulmaz neşeli pozuyla hatırlanır. Ama bu şiirde, o neşeden eser kalmamıştır. Arendt, Brecht’in bu dönemine odaklanır. Brecht’in neredeyse 100 yıl önce yayımlanan ilk şiir kitabı, ‘Die Hauspostille’ (Dindarlığın Elkitabı, 1927) ne zaman Türkçeye çevrilecek?