Güncelleme Tarihi:
‘Beyoğlu Sırları’, tefrikasına 1888 yılında başlanıp 1890 yılında kitap halinde basılmış; sırları, aksiyon dolu sahneleri, tutkulu aşkları, devrine göre cüretkâr sahneleri barındıran bir roman. Günümüz okuyucusunun zevkine hitap etmeyebilir ama zaten kitabı önemli kılan, yayımlandığı dil ve dönem İstanbul’unun tasviri. Yüzyıllarca Anadolu’da yaşamış, mübadeleden sonra Yunanistan’a göçe zorlanmış, resmi tarihten ve toplumun hafızasından silinmiş bir topluluğun dili, yani Karamanlıların. ‘Beyoğlu Sırları’, Yunanca yazıldıktan sonra Yunan alfabesiyle yazılmış Türkçeye (Karamanlıca) çevrilmiş bir roman. Ve aynı zamanda -eğer yanılmıyorsam- Karamanlıcadan günümüz Türkçesine çevrilen ilk roman.
‘Beyoğlu Sırları’, yayına Evangelia Balta ve Sada Payır tarafından hazırlanmış. Kitabın Giriş bölümünde -Karamanlıca edebiyatı araştırmalarıyla tanınan- Evangelia Balta’nın gerek çeviri süreci gerekse romanın muhteviyatı hakkında kaleme aldığı çok kapsamlı incelemesini de dikkatle okumanızı öneriyorum. Epameinondas Kyriakidis’in adını bu romanın yayımlanması sayesinde öğrendim. Oysa 1880’li yılların sonlarında İstanbul kültür hayatının -en azından Rum cemaat arasında- tanınmış bir ismiydi. 1861, İstanbul doğumludur. Fener Rum Lisesi’nde (Mekteb-i Kebir) okuduktan sonra Atina Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görüp 1883 yılında mezun oldu. Atina’daki öğrencilik yıllarında yazdığı ‘Haremin Gizleri’ ve ‘Yahudi Kadın’ romanları Rambagias gazetesinde yayımlanmıştı. İstanbul’a dönüşünden sonra Neologos gazetesinde çalıştığı sırada üçüncü romanı ‘Ethima Konstantinupoleos, Elpiniki’ (İstanbul Örf ve Âdetleri, Elpiniki) aynı gazetede tefrika edildi. Bu roman 1885 yılında İstanbul’da kitap olarak da yayımlandı. Atina ve İstanbul gazetelerinde tefrika ve daha sonra kitap olarak da yayımlanan romanlarından başka hatırı sayılır tarihsel incelemeleri de var.
İSTANBUL, YANGIN YERİ
Yazar tarih belirtmemiş ama hikâyenin başlama zamanı çok kesin; 24 Mayıs 1870 Pazar. Beyoğlu’nda çıkan büyük bir yangının 3 binden fazla evi kasıp kavurduğu, çok sayıda hayatı söndürdüğü gün. Gerçekten yaşanmış bu tarihi dramı, ‘Beyoğlu Sırları’ndaki drama bağlayan Kyriakidis, uzun sayfalara yaydığı dehşet anı tasvirleriyle gizem ve macera türündeki bir hikâye için iyi bir giriş yapıyor:
“O saatte ise bütün Beyoğlu ateş kesilmiş fırına mümâsil idi. Kalyoncu Kulluğu yanmakta olup, ateş otuz taraftan kol peyda etmiş idi. Ve güneş inmekte olup, ortalığı karanlık istiap etmeye başlamış ise de yangının dehşetengiz şavkı etrâf-u eknâfı tenvir etmekteydi (...) O birkaç saat devam eden yangında yanıp telef olan ve defnedilen erkek dişi, büyük küçük nüfus 1.400 kesâna ve ihrak olan haneler 15 bin baba iblâğ olmuşlardı. Taşınan meyyitler için olan âh u figan ve yıkılıp düşen duvar ve bacaların şamatası ve öteye beriye seğirten halkın tantanası ve binlerce çadırlar kurulup yanmışların barındırıldığı vüs’atli Taksim ve Talim Meydanı’na asker fodulası taşıyan arabaların gürültüsü ve beş saat evvel vakt-u halleri hoş ve haneleri layıklı ve teayyüşleri ziyansız binlerce ani saatte fakir hâle dûçar olmuş adamların âh u zârı eflâka ser çeker ve görenlerin kalpleri hun olur idi.”
Eski Türkçenin tadını yansıtan bu alıntıyla noktalayalım. Zira türlü hile ve desise barındıran kurgusuyla ‘Beyoğlu Sırları’, bir-iki cümleyle özetlenebilecek bir roman değil. Romanın tefrika edildiği Efimeris gazetesinin açıklamasını alıntılamak daha açıklayıcı ve neşeli olacaktır: “(...) Söz konusu roman biz okurları celbedici bir şekilde esrarengiz İstanbul’a, Beyoğlu’nun binbir yüzlü gerçeklerine, büyüleyici Boğaziçi ve güzel Marmara sahillerine götürecektir. Okur, kâh geceleyin mehtap ışınlarının aydınlattığı Boğaziçi tasvirlerinden Beyoğlu dehlizlerine savrulacak, kâh Haliç’in küçük bir körfezine kâh Marmara sahilinde Samatya ya da Bakırköy’de bulunan fakir bir kulübeye taşınacaktır. Dramatik yönü kuvvetli ve toplumsal açıdan son derece ilginç olan bu eser, son sayfasına kadar okurun merakını capcanlı korurken aynı zamanda duygulandırıcı özelliği de öne çıkmaktadır. Bunlara ek olarak Beyoğlu’ndaki büyük yangın ve 1867 yılındaki korkunç kolera salgını ve bunu izleyen felaketler kuvvetli bir kalemle tasvir edilmektedir. Beyoğlu’ndaki bir konakta verilen balodan çıkıp şehrin ücra bir köşesinde bulunan bir mezarlığa; muhteşem bir kır şenliğinden canilerin buluştuğu karmaşık bir ine; Boğaz sahilinde sarhoş edici mis kokulu bir ortamdan kötü bir cadının kasvetli dehlizine sürüklenmekteyiz. Şöyle ki okur, bir çelişkiden öbür çelişkiye, bir duygudan öbür duyguya, bir dramdan öbür drama, bir maceradan öbür maceraya atılma suretiyle şehvetli, büyüleyici, sarhoş edici İstanbul’un had safhada zengin ve karmaşık bir çeşitlilik sergileyen curcunası içinde gezinmektedir.”
TOPLUMSAL ÇÖKÜŞÜN TASVİRİ
Gerçekten de tam bir curcuna içinde, bir an bile hız kaybetmeden akan hikâyesiyle ‘Beyoğlu Sırları’, kendi döneminin esrarengiz kitaplarından etkilenmişliğin izlerini taşıyor. İsmiyle başlamak gerekirse, Eugene Sue’nun ‘Paris’in Gizemleri’ (1843), Paul Féval’in ‘Londra’nın Sırları’ (1844), Türkçeye çevrilen ilk polisiye olan Ponson de Terrail’in ‘Paris Faciaları’ esin vermiş olabilir. İçeriğe geldiğimizde polisiye-serüven edebiyatının ilk çoksatarlarını -Ponson de Terrail’in ‘Racomble’ serisini ya da Emile Gabriou romanlarını- da eklemek gerekir. Zira bütün bu romanlarda suç kurgusundan ziyade melodram ve serüven yanı ağır basar ki ‘Beyoğlu Sırları’nda Kyriakidis’in ilgisi de bu yöndedir. Yanlış anlaşılmalar sonucu faciayla sonuçlanan bir evlilik, ‘famme fatal’a yaklaşan ahlak yoksunu bir kadın, terk edilmiş haysiyetli bir erkek, kadınları tuzağa düşüren erkekler, şantaj mektupları, acımasız haydutlar, batakhaneler ve cinayetler... ‘Beyoğlu Sırları’ndan birkaç yıl önce yayımlanan ilk yerli polisiyemiz -Ahmet Mithat Efendi’nin- ‘Esrâr-ı Cinayet’inin (1884) de benzer bir kurguyla yazıldığını ve İstanbul gizem romanlarının Karamanlıca kaleme alınmış başka örneklerinin de olduğunu -Evangelia Balta’nın giriş yazısına dayanarak- ekleyelim.
Yazıldığı yıllarda serüven tarafından ziyade toplumsal eleştiri boyutunun öne çıkarılması, muhtemelen Osmanlı’da toplumsal eleştiri kanallarının tıkalı olmasından kaynaklanıyor. Muhtemelen okuyucunun beklentisi de bu yöndeydi ki ‘Beyoğlu Sırları’ yayımlandığında, yayımcısı tarafından “Avrupa’daki benzerleriyle boy ölçüşebilecek sosyal bir çalışma” olarak nitelenmişti.
Her ne kadar devlete ait kurumlarına ve yönetim meselelerine değinilmişse bile ‘toplumsal eleştiri’ denilen boyut ahlaksızlığın ve merkezin hemen yanında konuşlanmış yoksul mahallelerinde hüküm süren kanunsuzluğun (özellikle fuhşun) dile getirilmesiyle sınırlı görünüyor. En ağır eleştirinin zengin kesime ve onların ‘serbest aşk’larına yönelmiş olması Osmanlı-Türk romanlarına da özgü bir durum. Ancak bu romandaki en garip yan romanın bütün karakterlerinin Rumlarla sınırlı kalması. Bir kez daha muhtemelen diyerek başlayacağım, gereksiz tepkilerden sakınmak için...
Kısacası eskiden, çok eskilerden, şimdilerde pek az kişinin hatırında kalan bir kültürden çıkıp gelen sürpriz bir roman. Dilin eskiliğine takılmayın, altyazılar ve kitabın sonuna eklenen sözlük sayesinde kısa sürede yabancılık hissini aşacaksınız. Geriye geçmişin tadı kalacak...