Güncelleme Tarihi:
1946 yılında Ontario yakınlarındaki Blackwell’de doğan Mary Lawson, Montreal’deki McGill Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1968 yılında tatil için gittiği İngiltere’de evlendi ve Londra’ya yerleşti. Yazmaya çocukları okul çağına gelince başladı. Birkaç yıl boyunca kadın dergilerine sattığı kısa öykülere yoğunlaştı. Bir editörün tavsiyesiyle bu hikâyelerden birini -yıllarını vererek- romana dönüştürdü ama ortaya çıkan ürün Lawson’a göre tatminkâr değildi. Birkaç yılını yeni bir roman hazırlamakla, sonraki birkaç yılı ise yayıncı aramakla geçirdi. Bu kez başarmıştı; 55 yaşındayken yayımlanan ilk romanı ‘Gölün Kıyısında’ (2002), Kanada En İyi İlk Roman Ödülü’nün yanı sıra McKitterick ve Evergreen ödüllerini kazandı. Sonraki romanı ‘Köprünün Öte Yanı’ (2006) Booker Ödülü’ne aday gösterildi. Üçüncü romanı ‘Road Ends’ (2013) eleştirmenlerden olumlu yorumlar almasının yanı sıra çok satanlar listesinin ilk 10’u arasına girdi. Uzun bir bekleyişin ardından, 2021 yılında tamamlanan ‘Sonbaharın Sonu’ da hem okuyucular hem de eleştirmenler tarafından beğenildi ve Booker Ödülü için uzun listeye alındı.
SOLACE ADLI KASABA
Orijinal ismi ‘A Town Called Solace’ (Solace Adlı Kasaba) olan ‘Sonbaharın Sonu’, 1972 yılı sonbaharında, Toronto kırsalındaki Solace kasabasında geçiyor. Solace, doğasıyla, insanlarıyla ve dedikodularla renklenen gündelik hayatıyla romanın dört ana karakterinden biri.
Romanın en önemli karakteri Clara ile hikâyenin başlangıcında karşılaşıyoruz. Sekiz yaşındaki Clara, nerdeyse hiç ayrılmadığı pencerenin önünde -12 gün önce evden kaçan- ablası Rose’un dönmesini bekliyor. Tedirgin bir ruh hali içinde. İşte bu sırada takılıyor gözü, hastanede yatan komşuları Bayan Orchard’ın evini ‘işgal eden’ yabancıya.
İkinci bölümde Bayan Elizabeth Orchard ile tanışıyoruz. 72 yaşında. Kalbindeki rahatsızlığın ve tedavisinin olmadığının farkında. Böyle bir haleti ruhiye ile yıllar önce kaybettiği kocasıyla hayali konuşmalar yapıyor. Aslında geçmişte yaptığı bir hatayı, o hatanın yükünü düşünüyor Elizabeth. Ve 30 yıl önce kanatları arasına aldığı küçük oğlanı. Ölmeden önce telafi etmesi gereken şeyler var.
Bir sonraki bölümde Liam çıkıyor sahneye. Toronto’da yaşayan, 35 yaşında, kadınların çekici bulduğu, eğitimli ama şimdilerde kafası ziyadesiyle karışık bir adam. Hem karısından hem çalıştığı muhasebe bürosundan ayrılmış, hayatının geri kalanında ne yapacağına henüz karar verememişken kendisini -Bayan Orchard’ın mirasçısı olarak- bu soğuk Kuzey kasabasında bulmuş. Kasabayla ilgili ilk izlenimleri pek parlak sayılmaz...
Hikâye ilerledikçe ana karakterler arasında bağlantılar kurulacak, Liam ile Bayan Orchard’ın ilişkisini çevreleyen gizem aydınlanacak. Artık aydınlatılması gereken, evden kaçan Rose’un akıbeti ve Liam’ın kendine nasıl bir yol seçeceğidir...
KARAKTER ROMANI
Clara’nın, Bayan Orchard’ın ve Liam’ın üç farklı ve çekici sesiyle anlatılan ‘Sonbaharın Sonu’ kayıp, keder, pişmanlık, kurtuluş ve sevgi temalarını işleyen -gerek duygu gerek mekân anlamında- atmosferik bir roman.
Solace’ın bir roman karakteri kadar önemli olduğunu belirtmiştim. Aslında Mary Lawson’un Türkçeye çevrilen ilk iki romanında da benzer mekânlar öne çıkıyordu. Hepsi de gerçekte var olmayan, Lawson’un kurguladığı kasabalar; yazarın doğup büyüdüğü, hâlâ da sıklıkla ziyaret ettiği Ontorio’nun Muskoka bölgesindeki izole kasabalardan ve topluluklardan esinlenmiş. ‘Kanada Kalkanı’ denilen bu bölge Lawson’un romanlarındaki tecrit edilmişlik duygusunu daha belirgin bir hale getiriyor. Bu aynı zamanda yazar için ‘eve gitmenin bir yolu’.
‘Sonbaharın Sonu’, sıradan insanların sakin bir yaşam sürdürdükleri küçük kasaba hayatını anlatan romanlarda görebileceğimiz bir olay örgüsüne sahip. Romanın başarısı, konusunun orijinal olmasından değil, barındırdığı ölçülü duyarlılıktan, gerçekçi atmosferinden ve yarattığı karakterlerden geliyor.
Bir kayıp vakası ve kayıp kızın bulunması için seferberlikle başlayan hikâyenin okuyucunun merak duygusunu kabartması istenen bir durumdur. Öyleyse Rose’un ortadan kaybolmasının ve nihai kaderinin hikâyenin merkezinde olması kimseye garip gelmeyecektir. Ne var ki Lawson, bu tarz bir olay örgüsünü bilerek kullanmıyor, daha doğrusu okuyucuyu başka okumalara götürecek bir suç kurgusundan bilerek uzak duruyor, gerilimi hiçbir zaman yükseltmiyor. Hikâyenin sürükleyiciliği üç ana karakterin hikâyesindeki gelişmeler ve gerilimler üzerine kurulmuş.
Okuma sürecindeki bütün dikkatler bu tarz gelişme ve gerilimlere odaklanınca kayıp vakası da fazla öne çıkmıyor elbette. Bunun yerine, ölümü bekleyen yaşlı bir kadının, orta yaş krizindeki sessiz bir adamın ve tedirgin bir çocuğun bakış açılarını seçen Lawson, bizi küçük kasabaların gergin ve dramatik dünyasına sokuyor. Hikâyesini bu şekilde anlatarak, abartılı ve çarpıcı olaylardan kaçınarak, biçimden ziyade ayrıntılara odaklanarak gerçeklik duygusunu yoğunlaştırmış. Zaten Lawson, konudan ziyade karakterlere ağırlık vermesiyle, benzersiz ve akılda kalıcı karakterler yaratmasıyla tanınan bir yazar. Clara, Elizabeth ve Liam’ı, yaşadıkları travmalarla baş ederken, hayatlarının bu noktasına nasıl geldiklerini anlamaya çalışırken izliyoruz. Varoluşsal sorunlarla boğuşmuyorlar; Lawson, onların hemen herkesin yaşayabileceği türden -sıradan- sıkıntılarını kendi iç kargaşalarıyla ilişkilendirerek derinleştirmeyi başarıyor. Hem çok gerçekçi hem de çok sempatik karakterler yaratmış.
Lawson’un karakterler ve mekânlarla sağladığı gerçekçi atmosfere en büyük katkıyı yapan şey, ayrıntıya verdiği önem. Küçük ayrıntılar, kasaba sakinlerinin sürdürdüğü gündelik hayat rutininin ya da doğanın etkisinin dil oyunlarına, lafı uzatmaya hiç ihtiyaç duymaksızın zihnimizde canlanmasını sağlıyor. Özgün olmayan bir hikâyeyi ekonomik bir dil ve özgün bir üslupla aktarmış Lawson.
Romanın sonu da hikâyenin bütününe yayılan inandırıcılığa sahip. Lawson, hikâyesinin gevşek uçlarını birbirine bağlayan ve ‘onlar ermiş muradına’ çıkarsaması yapmamıza izin veren bir son seçmemiş. Bundan sonrasının ne olacağına ilişkin kararları karakterlerin kendi tercihlerine, biraz da okuyucuların hayal güçlerine bırakmış. Ucu açık bir son diyelim, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi...
‘Sonbaharın Sonu’ insan olmanın zorlukları üzerine yapılmış zarif bir meditasyon, kısa ama özlü anlatısıyla doyurucu bir roman.