Güncelleme Tarihi:
“Yeter düşündüğün, yeter izlediğin, yeter biriktirdiğin, biraz da anlat, biraz da eyleme geç, biraz kendin dışında bir şeye dönüş, dünyayı içinde yaşatma, bu dünyanın içinde yaşa, bu dünya için yaşa!”
Seçkin Erdi, her ne kadar yayıncılık alanına uzak bir isim olmasa da ‘Kampana’yı yazana kadar işin hep mutfağında olmuş biri. ‘Kampana’, ilk romanın çok daha ötesinde, sanki bir süredir bir yerde demlenmeye bırakılan, uzun zamandır biriktiren bir yazarı müjdeliyor. Yazar, yalın kurgusu, derinlikli anlatımıyla okurun ilgisini kitabın sonuna kadar ustalıkla taşımayı başarıyor. Okur ise kitabın sonunda cümlelerin derinliğine kapılmışken iyi bir edebiyat eseri okumanın tadını alıyor. Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Kampana’nın kapağıyla da dikkat çektiğini ayrıca belirtelim. Emin Turan’ın resmettiği kapak, romanın ruhunu yansıtıyor. Umuyoruz yakın zamanda Seçkin Erdi’nin diğer romanlarına da tanıklık edeceğiz.
‘Kampana’, erkeklerin dünyasına ait bir yerde, ‘kışla’da başlıyor. İlk bakışta bir kısa dönemin, Kuzgun’un, kışlaya gelişi ve beraberinde geçirdiği askerlik sürecini anlatıyor. Aslında “Anlatılan senin hikâyendir” düsturundan hareketle, roman kişilerinin hayatı üzerinden geçmişle bağ kuruyor. Bir taraftan askerlik gibi bir zorunlu birliktelik sayesinde belki hiçbir zaman bir arada olamayacağı o insanların hayatına bakması, kendini sorgulama fırsatı veriyor Kuzgun’a. Diğer taraftan bir kısa dönemin gözünden tamamen erkeğe ait dünyanın saçmalığına, acımasızlığına, yalnızlığına eğiliyor. Hiç anlatmayan ama hep dinleyen Kuzgun’un hiç susmayan iç sesi, romanın hem başkarakteri hem de anlatıcısı konumunda.
Kışlada herkes var; kendini jiletleyenler, konuşmayanlar, çok konuşanlar, dayak atanlar, dayak yiyenler, astlar, üstler ve asla sorgulanmayacak emirler... Ve elbette erkekçe bir dil. Tüm bunların arasında Kuzgun kendine yol arkadaşları seçiyor. Yemedikleri halde şişen ikizler Cebrail ve Mikail, hiç çalmayacak bir telefonun başında bekleyen Yahya, sürekli gülen çaycı Mazlum; koğuşun ‘ötekileri’ ve diğer ‘normal’ askerlerin gözünde oranın delileridir. Kuzgun da kışladaki öyküsüne bu delilerle devam ediyor. Akşam nöbetlerinde kurdukları arkadaşlık ve güven ilişkisi sayesinde bu ‘deliler’ Kuzgun’u içlerine alır ve sırlarını paylaşırlar: Dışarıda kendilerine ait bir dünya yaratmışlardır. Kışladan kaçabildikleri ve şarap içebildikleri bir eski kilisedir burası. Bu kendilerine ait dünya; bu kilise Kuzgun’un askerlikten kaçabildiği, mutlu olduğu ve her birinin eğlendiği, konuştuğu tek yerdir. Birer kadeh kendilerine doldururken bir kadeh de toprağa dökerler şaraptan; “Aşağıdakilerin şaraplarını izinsiz alıyoruz, bari onlarsız içmeyelim” inceliğidir bu.
Bu antikahramanlar kendi hayatlarını anlatırken Kuzgun’un kendi yolculuğuna çıkmasına eşlik ederler. Fakat an gelir ve savaş gerçeğiyle yüz yüze kalırlar; terhisine 1.5 ay kalan Kuzgun olmasa da diğerleri o savaşa dahil olmak zorundadır. Buna karşı kendi seslerini ‘kampana’nın sesinde bulurlar. Kilisenin çanını çaldıkça onları bekleyen savaştan kaçacaklarına inanır Kuzgun, bu yüzden yerlerini açık etmek, hatta yakalanmak pahasına çanı çalar: Çan, çan, çan...