Güncelleme Tarihi:
1949 doğumlu Minette Walters -ya da gerçek adıyla Minette Caroline Mary Jebb- Durham Üniversitesi Fransız Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli dergilerde editörlük yapmaya başladı. Çok emek verdiği ilk romanı ‘Buz Evi’ -pek çok yayınevi tarafından geri çevrildikten sonra- 1992’de yayımlandı ve Suç Yazarları Derneği - John Creasey En İyi İlk Roman Ödülü’nü kazanmasının yanı sıra telif haklarının 11 ülkeye satılmasıyla dikkatleri topladı. İkinci romanı ‘Heykeltıraş’la 1994 Edgar Allan Poe En İyi Roman Ödülü’nü, üçüncü romanı ‘The Scold’s Bridle’ (1994) ile Altın Hançer Ödülü’nü kazanması onu bir anda polisiye edebiyatın yıldızları arasına soktu. 1992’den 2015’e kadar 15 polisiye roman yayımlayan Minette Walters, pek çok dile çevrildi, beş romanı BBC tarafından televizyona uyarlandı. 2017 yılında polisiye romanları bıraktığını ve artık farklı türler deneyeceğini açıklayan Walters, iki tarihi roman yazdı.
Önyargılı bir soruşturma
Gazete kupürlerinden oluşan bir kayıp hikâyesiyle başlıyor roman. Kayıp şahıs 44 yaşındaki işadamı David Maybury’dir. Olayı soruşturan müfettiş Walsh, bir suikasttan şüphelenildiğini açıklamış, kaybolan adamın genç karısı Phobe Maybury, gazetelerde açıkça suçlanmamakla birlikte şüpheli olduğu sezdirilmiştir. Ne var ki aradan dört ay geçtikten sonra hiçbir ize rastlanmamış ve soruşturma kapatılmıştır.
10 yıl sonrasındayız: Phobe Maybury’nin hâlâ ikamet ettiği 400 yıllık Streech Grange malikânesinin bahçesindeki yıllardır kullanılmayan deposunda -bir zamanlar serin tutmak için her türlü içeceğin saklanabileceği ‘buz evi’nde- bir ceset bulunuyor; çıplak, parçalanmış...
Olayı soruşturmak yine -artık Silverbone Polis Karakolu Başmüfettişi olan- George Walsh’e düşer. Yardımcısı müfettiş McLoughlin ile birlikte olay yerine intikal eden Walsh, cesedin kayıp David Maybury’ye ait olduğundan, olayın nihayet sonuçlanacağından, katilin ise Phobe Maybury olduğundan neredeyse emindir. Adli tabip cesedin birkaç hafta önce öldüğünü söylese bile bakış açısını değiştirmez.
Koskaca malikânede iki yakın arkadaşı -Anne ve Diana- ile yaşayan Phobe, çevresindeki dünyaya kapılarını kapatmıştır. Zira yakın köylerdeki insanların çoğu için bu üç kadının yaşadığı Streech Grange kötülüğün barındığı bir yerdir... Ayrıca Phobe’nin sadece kocasını değil, ailesini de öldürdüğü inancı yaygındır. Şimdi mahkûm edilmeli ve adalet geç de olsa sağlanmalıdır.
Cinayet nedeniyle yeniden medyanın ilgi odağı olan Silverbone’da polis bütün gücüyle Phoebe’yi David’in cinayetiyle ilişkilendirecek kanıtı bulmak için evde ve bahçede arama yaparken sadece Başmüfettiş’in yardımcısı Andy McLoughlin farklı bir yol izler. Aslında o da başlarda kadınların cinsel eğilimlerinden rahatsızlık duymuş, hatta öfkelenmiş ama aklı duygularının önüne geçmesini engelleyebilmiştir. Ancak kadınların her birinin, hatta çocuklarının bir dolu sır gizlediğini yavaş yavaş fark ettiğinde kafası karışacaktır...
POLİSİYEDE FEMİNİST MOTİFLER
‘Buz Evi’, yıllar önce (1997) Minette Walters kariyerinin zirvesindeyken Türkçeye ‘Buz Evindeki Ölü’ adıyla çevrilmişti. 1998’de ‘Heykeltıraş’ı, 2000’de ‘Kanlı Miras’ı, 2006’da ‘Dalga’yı ve 2007’de ‘Şeytan Fox’u da okuma fırsatı bulmuştuk. Yaklaşık 15 yıl sonra yeniden karşılaşmak sevindirici. Umarım Alfa Yayınları Minette Walters serisini sonuna kadar sürdürür.
Minette Walters, daha önce Ruth Rendall’in kullandığı sırlarla dolu aile tarihi temasını Agatha Christie’nin çok sevdiği İngiliz kırsalı ile birleştirmiş, P. D. James tarzı feminist motifler katmış, elbette cinayeti de ihmal etmeyerek daha kariyerinin başında sürükleyici bir polisiye yazmayı başarmış. Kayıp kocanın özelinden aile kurumuna radikal bir eleştiride bulunurken kırsal ya da küçük yerleşim birimlerindeki muhafazakârlığı sergiliyor. Aileler ve onların gizli/karanlık tarihlerinin ya da İngiliz kırsalının İngiliz yazarları -ve okuyucuları- neden böylesine çektiğini anlamak için herhalde İngiliz olmak gerek. Orta sınıfların aristokrasiye olan bir hoşnutsuzluğu mu söz konusu acaba? Ya da yalnızca metinlerden metinlere geçen bir polisiye motif mi bu? Her nedenle olursa olsun, doğrusu İngiliz kadın yazarlar, toplumsal yaşantılarından esrarengiz hikâyeler üretmeyi kullanmasını çok iyi beceriyorlar.
Walters, özellikle yarattığı psikolojik derinliğe sahip roman kişileri ile yakalıyor gerçekçi atmosferi. İngiliz polisiye edebiyatındaki kadınlar saltanatını da şu sözlerle yorumlamış: “Bence çoğu kadın amatör psikiyatr. Biz böyle yetiştirildik. Suçun nedenleri hakkında çoğu erkekten çok daha fazla düşünüyoruz, bu da polisiye roman yazmanın bir avantajı.”
Söz konusu avantajı sonuna kadar kullanıyor ‘Buz Evi’nde. Şüphelilerin hepsi de kendi iç dünyalarında sorunlarla boğuşurlar. Hiçbiri onlara ilk bakışta görünen kişiler değildir, hepsinin karanlık tarafları vardır. Hikâye ilerlerken geçmişleri yavaş yavaş aydınlanır ve 10 yıl önceki olayın etkileri daha bariz bir hale gelir. Ana hikâye yan hikâyeciklerle sürekli değişir. Ve bir an gelir ki okuyucu için katil kim sorusunun önemi azalır. Kendilerine kırların ortasında güvenli bir kale tesis etmiş ‘başı dertte’ ama irade sahibi kadınların hayatları, kadın özgürlüğü ile kasaba/köy muhafazakârlığı arasındaki çatışma öne çıkmaya başlar. Bu çatışma elbette kadın-erkek ilişkisinde de karşılığını bulacaktır. Ayrıca ensest ve çocuk tacizi gibi gerek polisiyelerde gerek diğer edebi türlerde pek az ele alınan bir konuya ve cinselliğe cesurca yer vermesi takdire değer. Minette Walters’ın bireysel hayatlara ve toplumsal ilişkilere yer verdiği bölümlerde eleştirel ve feminist bir tutum takındığını görüyoruz.
Geleneğin mirasçısı ama ustalarının aksine romanlarında süreklilik kazanan karakterler, mesela Agatha Christie’nin Poirot’u ya da P. D. James’in Dalgleish’i tarzında belli bir dedektif tiplemesi yok. Bunun nedeni polis teşkilatına karşı da eleştirel yaklaşması, romanlardaki dedektiflerin arızalı kişilikleriyle birlikte sergilenmesidir. Kompleksleri, önyargıları ve intikam duygusuyla hareket eden ve bariz delilleri görmezden gelen ‘Buz Evi’ndeki Başmüfettiş Walsh bunun en açık örneği. Kısacası Minette Walters polisiyeleri seri değildir, her biri bağımsız bir roman olarak mütalaa edilebilir.
Minette Walters, başta bir ‘Whodonit’ polisiyesi gibi görünen ama tek bir mekâna kapanmayıp güncel hayatla da ilişki kuran, psikolojik öğelere ağırlık veren bu romanında, cinayet nedenini oldukça basitleştirmiş; belki de zaten basit olduğunu vurgulamak istemiş, ama katilin kimliğini bulmak da basitleşiyor böylelikle. Nasıl ve neden sorularını yanıtlamadan, polisiye okurlarına sinmiş bir sezgiyle ‘İşte bu’ diyorsunuz çok geçmeden. Araya sokulan katil namzetlerini ise hiç gözünüz tutmuyor. Ancak yazarın üslubunun klasik tarzdan ayrılmasıyla, nasıl ve neden sorularının ya da katilin kimliğinin önemi kalmıyor. Keyifle okuyacağınız bir roman sunuyor size Minette Walters.