Güncelleme Tarihi:
Bir çevirmenden öte “James Joyce çevirmeni” diyebiliriz size sanıyorum. Çeviriler tamam; peki, Joyce üzerine bir roman yazma fikri nasıl şekillendi? Yazarla kurduğunuz ilişkiyi de işin içine katarak anlatır mısınız?
Sanırım yanıt soruda saklı. Evet, benim çevirideki odağım hep James Joyce oldu ve külliyatını çevirdiğim böylesine önemli bir yazarı enine boyuna anlamayı ve sonrasında anlatmayı görev bildim. Ama yapmak istediğim şey asla didaktik bir anlatım değildi. En nihayetinde sokağın ve hayatın yazarından bahsediyoruz ve adamın üstüne yapışmış, okunamaz, anlaşılamaz diye bir yafta var. Dedim ki kendi kendime, gelsin kendi anlatsın derdi her neyse ve bu yaftayı söküp atalım, hazır gelmişken de İstanbul’da takılırız. Fena mı olur!
Joyce’un daha çok okunmasını isterim, biraz da bu amaçla yazdım
Romanda Joyce mezarından kalkıp geliyor ve İstanbul’da çevirmeniyle dolaşıyor; âşık oluyor, kavga ediyor, pavyona, kütüphaneye, hamama gidiyor. Romanı okurken Joyce ile kurduğunuz ilişkiye bakarak rüyalarınızı, ‘keşke olsaydı’larınızı hikâye etmişsiniz gibi geldi bana. Ne dersiniz?
Doğrudur, keşke gelse de gezsek tozsak, edebiyat konuşmakla birlikte muhabbetin de dibine vursak diye arzu ettim. Dahası bunun ‘keşke’ demenin ötesinde bir durum olduğunu sanıyorum. Bu kadar özümseyince zaten o yazarla birlikte yaşıyorsunuz. Yani ben Joyce’un İstanbul sokaklarında, Kuzguncuk’ta, İstiklal’de, Kapalıçarşı’da dolaştığına samimiyetle inanıyorum.
Romanınızın James Joyce’un edebiyat dünyasına yakınlaştıran, öğretici bir tarafı da var. Bir roman için neden böyle bir yapıya ihtiyaç duydunuz? Joyce’u böylelikle daha geniş bir okur kitlesiyle buluşturmak gibi bir amacınız da var mı?
Kesinlikle Joyce’un daha çok okunmasını isterim ve bu roman biraz da bu amaçla yazıldı. Ama burada bahsettiğim skor değil. Edebiyatın bir kesimi adamı öyle bir yere koydu ki romanını sanki ansiklopedi gibi okuyacağız ve içinden bazı şeyleri yakalarsak kendimizi pek kültürlü ve ayrıcalıklı hissedeceğiz. Tamam, Joyce metinleri derindir ama ıskalanan bir şey var; o metinlerin en büyük derdi sanatçıyla halkı, statü vermeden buluşturmaktır. İliğimizi kemiğimizi sömüren şu çağda, yorgunluğumuzu bir süreliğine unutturacak, kolay, ucuz, tüketip atacağımız kitapların, filmlerin, resimlerin peşine düşüyoruz. Joyce’a veya benzerlerine kafa yor, anlamaya çalış, zor işler bunlar. İşte burada ‘Benden’iz James Joyce’un asıl derdi devreye giriyor; zor dediğimiz ne? Dayatılan zor ve saçma hayatı yaşayıp anlık yalanlara kaçmak mı yoksa iyi eserlere biraz kafa yorup bu anlamsız zorluğun farkına varmak mı? Yani Joyce’un biraz zorladığı doğru ama sonrasında elde edeceğimiz bakış açısı ve değişen algımız paha biçilemez.
Joyce’u Türkiye’ye getirdiğiniz zaman dilimi de ilginç; Gezi. Neden böyle bir dönemi görmesini istediniz Joyce’un?
Joyce, hayatı baskın iktidar fikrine karşı mücadeleyle geçmiş biri. Bizde ise Gezi gibi toplumu derinden etkileyen dönemlerin, lehte veya aleyhte gözlemini içeren cümleler edebiyata halen dahil olmuyor. Romanın ana derdi Joyce’un edebiyatı ama aynı Joyce’un, böyle bir döneme dair, dışarıdan gözlemci olarak duygusunu aktarmanın ilginç olacağını düşündüm. Elbette kendi hayatından süzülenlerle... Romanın kurgusu içinde dile getirdiklerinin büyük kısmı bizzat kendi cümleleri.
Okura bolca söz verdim romanda
Joyce, çevirmenine yaz dediği kitabı şöyle anlatıyor: “Yazarın çevirmene, çevirmenin okura, okurun kitaba dönüştüğü bir şey.” Siz nasıl anlatırsınız romanınızı?
Kitapların, satın alınıp okunduktan sonra fotoğrafı çekilip rafa kaldırılan nesneler olmaktan çıkması gerekir. Sanat eserlerini, meselenin paydaşları sıfatıyla konuşup tartışmalıyız. O nedenle okura bolca söz vermeyi, romanı ilk elden, daha romanın içindeyken tartışmayı istedim. Hatta bu tartışmaya yazar, çevirmen ve okurun ötesinde, halkın bütün katmanlarından insanlar da katılıyor.
Romanın dili üzerine de konuşmak isterim. James Joyce, Fuat Sevimay ve İstanbul’un ortak dilinden doğmuş gibi roman. Ne dersiniz?
Çok doğru, yazarın çevirmenin okurun ve kentin iç içe geçtiği bir dilden söz edebiliriz. Çünkü niyetim 1900’lerde yaşayıp Dublin’i yazmış Joyce’u hissettirmekten ziyade, düşünce yapısını bildiğim Joyce 2000’lerin İstanbul’unda ne hissederdi sorusuna yanıt bulmaktı. Burada kent kültürü önemli çünkü Joyce, kentsoyluluk fikrine önem veren ve çağdaş değerlerin buradan besleneceğini savlayan birisi. Oysa seksen yıl sonra kent, tüketici yığınların betonuna dönüşmüş durumda. Joyce, bu hale gelmemizi ve başka bir dolu şeyi de hayretle karşılıyor. Sanırım haklı. Durup, ileri mi gidiyoruz geri mi diye düşünmenin zamanıdır artık.