Güncelleme Tarihi:
1964 yılında Napoli’de doğan Antonio Fusco hukuk ve kamu yönetimi biliminden mezun oldu, Emniyet Müdürlüğü’nde adli kriminoloji uzmanı olarak çalışmaya başlayan Fusco önce Roma’da ve ardından Napoli’de görev yaptı. 2000 yılından bu yana Toscana’da adli soruşturma bölümünde çalışıyor. Mesleki deneyimini yansıtan ‘Her Günün Derdi Kendine’ romanıyla 2014 yılında polisiye alanında verilen ‘Garfagnana’ ve ‘Apoximeno’ ödüllerini kazanınca yazarlık işine ağırlık verdi. Komiser Casabona polisiyeleri ‘La Pieta dell’Acqua’ (2015) , ‘Il Metodo Della Fenice’ ve ‘Le Vite Parallele’ (2017) romanlarıyla sürüyor.
KOMİSER TOMASSO CASABONA İLE TANIŞIN
Bir hapishanede mahkûmların bir başka mahkûmu linç edişlerini ayrıntılarıyla tasvir eden sert bir ‘Giriş’ bölümüyle başlıyor roman. Bu öldürme tarzına bakıldığında kurbanın bir tecavüzcü olduğunu söyleyebiliriz. Ardından asıl hikâyeye -yine bir cinayet sahnesiyle- adım atacak ve yeni bir dedektif tipiyle, yani Komiser Tomasso Casabona ile tanışacağız. Bu kez öldürülen bir kadın. Yatağa erotik bir poz verircesine uzanmış, yüzü ve parmakları asitle tahrip edilmiş vaziyette bulunan kimliği belirsiz, yarı çıplak kadın cesedi Casabona’ya meselenin çetrefil olduğunu, kendisini zor günlerin beklediğini düşündürüyor.
Düşüncelerinde yanılmamıştır Casabona. Zira aradan bir ay geçtiği halde değil katile, cesedin kimliğine bile hâlâ ulaşılamamıştır. “Adli tıp uzmanına göre teninin beyazlığına, saçlarının siyah olmasına, fiziksel yapısına ve yüzünden geriye kalan pek az özelliğe bakılırsa kurban, yirmi beş ile otuz yaşları arasında, Asya kökenli bir kadın olabilirdi.” Ne var ki önceki aylarda onun eşkaline benzer kayıp kişi bildirimleri bulunmuyor.
Noel sabahı işler iyice karışır. Zira ilkinden daha da teatral bir sahne düzeni içinde yeni bir cinayet işlenir:
“Meydana girer girmez, Adalet Sarayı’nın ilk penceresinin önünde, binadan yaklaşık bir metre uzaklıkta, yerden yüksekliği elli santimi geçmeyen tahtadan bir platform vardı. Omuzlarının üzerine tutturulmuş iki küçük kanat bulunan, beyaz bir tunik giymiş bir kadın bir pantomim pozunda ve hareket etmeden bu platformun üzerinde duruyordu. Yüzü, eline geçirdiği eldivenler kadar bembeyaz bir pudrayla kaplıydı. Beyaz bir eşarbın altında geriye topladığı saçları görünmüyor olsaydı, onun mermerden bir heykel olduğu sanılabilirdi. Sol eli tuniğin kemerine zincirlenmişti. Sağ eliyse öne eğikti. Gökyüzüne doğru. Defne dalından bir taç tutuyordu. Kusursuzdu. Hiç kımıldamıyordu ve gerçekten görülmeye değerdi. Sağ gözünden akan bir damla gözyaşı olmasaydı. Kalın pudra katmanında kendine yol açarak, küçük damlacıklar halinde ağzının köşesinden dökülen kan nehriyle birleşinceye kadar bu gözyaşı yüzünde derin bir yol çiziyordu.”
Pek çok kişinin gördüğü, görmeyenlerin ise daha da abartılı dedikodular sayesinde haberdar olduğu bu sahne, o güne dek benzeri bir olayla karşılaşmayan Valdenza’da büyük heyecan yaratmıştır. Cinayetlerin Valdenza polisinin kapasitesini aştığını düşünen emniyet teşkilatı Casabona’nın yanına Roma Operasyon Soruşturma Merkezi’nden bir yardımcı göndermekte gecikmez. Başlangıçta bu işten hoşlanmayan Casabona, Cristina Belisario isimli güzel komiserle kısa sürede arayı düzeltir. İkili ortaya bir sanat eseri koyar gibi her şeyin ince ince hesaplanarak çalışılmış olduğu konusunda birleşirler. Sanki katil bir şey göstermek ya da söylemek ister gibidir...
KİM, NEREDE, NASIL, NE ZAMAN, NEDEN
Yazının ilk cümlesinde ifade etmiştim; ‘Her Günün Derdi Kendine’ İtalyan tarzı bir seri katil hikâyesi. Yer yer popüler kültüre eleştiriler, İtalya’nın kirli mafya tarihine göndermeler yapmakla birlikte Fusco İtalyan polisiyelerine saygınlık kazandıran siyasi polisiye akımının takipçisi değil. Muhtemelen okuyucunun bu tür filmlere, TV dizilerine, romanlara aşinalığını ve talebini göz önünde bulundurarak Amerikan ‘bestseller’ tarzını tercih etmiş. Acımasız bir seri katil ve dedektif, yani kötü ve iyi arasında geçen bir kovalamaca biçiminde kurgulamış romanını.
Yeri gelmişken bu tarza ilişkin kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Bırakalım ‘yüksek’ edebiyatın sırça köşkünde oturan eleştirmenleri, polisiyeseverlerin bile zaman zaman burun kıvırdıkları ‘bestseller’ endüstrisi, artık ‘edebiyat dışı’ ya da ‘ucuz roman’ adlandırmalarına aldırış bile etmiyor, kendisini edebiyatın terimleriyle savunmuyor. Meşruiyetini bütün dünyada çok satarlığında bulan bu ulusal sınır ve kültürel fark tanımaz endüstri, hiç kuşkusuz edebiyat sosyolojisinin –ya da genel anlamıyla sosyolojinin- ilgi alanına girmesi gereken bir fenomen. Öte yandan kendisini milyonlara okutturmayı sağlayan hikâyeleriyle roman sanatının kayıtsız kalamayacağı da bir fenomen. ‘Bestseller’ tarzı polisiye-gerilim romanlarının bugün geldiği noktanın edebi açıdan da ilgiye değer olduğunu düşünüyorum. Azımsanmayacak miktarda ‘mekanik yazım’ içermesine, bu ‘mekanik yazım’da yazarların, roman satırlarını ve karakterleri sanki bir üretim bandı üzerindeymiş gibi oluşturmasına, ayrıştırmasına ve yeniden oluşturmasına rağmen, üretim teknik açıdan giderek mükemmelleşiyor. Çalakalem yazılmış cümleler, gereksiz karakterler, işlevsiz ayrıntılar bulmak neredeyse imkânsız.
‘Her Günün Derdi Kendine’ bu konuda iyi bir örnek. Öyle ya, bir katilin bir komisere meydan okumak için cinayet işlediği görülmüş bir şey midir? Ya da bir katilin türlü zahmete girip cesetlere sanatkârane pozlar verdirmesine, Cicero ya da Aquinolu Tommaso’nun metinlerine dayalı detektife özel bulmacalar hazırlamasına kim inanır? Antonio Fusco, bu tarz metinlerin okunurluğunun yazarla okuyucu arasındaki sözleşmeye dayandığının, bu sözleşmenin en önemli maddesinin ise hikâyenin iç tutarlığının sağlanması olduğunun farkında. Katil profilinin ve bilmece tarzı cinayetlerin mantığının üzerinde titizlikle duruyor. Her ne kadar muammanın dedektifle bağlantılı olduğı kurgulardan hoşlanmasam da Fusco bu kurgu yoluyla polisiyeyi macera-gerilime çevirmemiş. Tersine, Komiser Casabona’yu öne çıkararak Avrupa’nın ‘ciddi’ polisiye geleneğine bağlanıyor. Çünkü Casabona, ‘bestseller’ların yakışıklı -ya da güzel-, genç, dinamik, her türlü aksiyona yatkın polis kahramanlarından ziyade ‘orta sınıfa mensup’, ‘çoluk çocuğa karışmış’, ‘ahlak ve vicdan sahibi’, ‘sağduyulu’, ‘vazifesine bağlı’ gibi sıfatlar yüklenmiş kişilik özellikleriyle Maigret’den beridir sıklıkla yinelenen gerçekçi bir insan/dedektif tiplemesi.
İlk roman olmasına rağmen ‘Her Günün Derdi Kendine’ için -diliyle, tasvirleriyle, kişileriyle- iyi kotarılmış bir roman diyebilirim. Özellikle anlatıcının konumu ilginç. Üçüncü tekil kişi bakış açısını kullanmış Fusco. Lakin anlatıcı sadece olayları nakletmekle kalmıyor, yorumlar yapıyor, felsefi çıkarımlarda bulunuyor, bilgiler veriyor. Fusco anlatıcıyı şeffaflaştırmak yerine belki de mesleki deneyimine güvenerek, anlatıcıya at oynatacağı geniş bir alan bırakmış. Kısacası oyuna kendisini de katmış. Siz de oyuna katılmayı sevenlerdenseniz ‘Her Günün Derdi Kendine’den keyif alacaksınız.