Güncelleme Tarihi:
Doğa, eşsizliğine, büyüklüğüne ve yaratıcı olmanın görkemine uygun biçimde canlıları var ederken, onlara yuva olurken, sonrasında da koynunda uyuturken, ona kötülük eden toplumları, kavimleri bana kalırsa intikam alma hissinden çok, sonraki kuşaklara ‘kötü örnek’ olması için cezalandırıyor!
Hemen şimdi değil ama yavaş yavaş da olsa bu ‘kötü örnek’lerden alınacak derslerle, doğayla olan akrabalığımız, aile, hatta ana, baba, evlat ilişkimiz, yaratılış efsanelerini de aratmayacak biçimde yeniden kurulacak iyimserliğindeyim.
Kuşkusuz araştırmalar yapılıyordur, başka yazarlar, kitaplar da vardır ama ben okuduklarımdan, bildiklerimden söz edeyim, diğerlerini de siz eklersiniz. Doğaya en uygun, hatta doğal diyelim iki anlatı var, iki yazı, ilki destan, ikincisi şiir. Bir anlamda varlığın halleri gibi, epik ve lirik.
Doğa böyle buyurdu! Onun buyruklarını göz önüne alanlar, kulak kabartanlar, gönül verenler bir gelenek oluşturdu. Bu geleneği, yazının ruhuna ağacın ruhunu üfleyerek Yaşar Kemal başlattı, üç kere de kulağına adını fısıldadı. O fısıltı Latife Tekin’de mırıltıya döküldü, Faruk Duman’da hep ve özellikle son yapıtı, üçleme demek az kalır ‘Sus Barbatus!’ (YKY) ile soluk soluğa bir kıyamet tasvirine dönüştü, şimdi de Ercan Y Yılmaz’ın ‘Altı Üstü İstanbul’uyla bir ‘tragedya senfonisi’ olarak, yazıdan duyulara doğru sökülüyor.
Bir mahşer anlatısı gibi de okunabilir ama yalnızca okuma eylemiyle tanımlanabilecek bir roman değil ‘Altı Üstü İstanbul’. Bu nedenle ‘tragedya senfonisi’ dedim. Aynı anda üç orkestra, bambaşka eserleri diğerlerinde olmayan enstrümanlarla icra ediyor ve bu kaotik ya da uyumsuz gözüken yapı içinde okuru ‘derinlik sarhoşluğu’na sürüklüyor, öyle gezdiriyor. Çöküş var, Aydos’taki İnva, direniş var, Taksim’deki Gezi ve derleniş var, Edip’in bu kitabı yazma serüveni.
Ercan Y Yılmaz, bu ‘altı epik, üstü lirik’ romanında, klasik müziğin ve anlatının yolundan gider gibi yapıyor, onların verdikleri ödülü de değerlendiriyor, doğaya bir saygı olarak ve ağırlık vermeden, tamamlanıncaya dek adlarının yarısıyla gezen tragedya kişileriyle tanıştırıyor; ağaçları, hayvanları, suları, yaprakları, günleri, mevsimleri konuşkan kılıyor. Gözlerini dört açıyor, ‘açarsan dünyaya düşersin’ denildiği halde yapıyor bunu, çünkü anlamak istiyor, anlatmak istiyor. Doğayı anlamak için dünyaya düşmek gerekiyor belki. Bizim de gözlerimiz böyle açılıyor. Bu nedenle ne bir doğa güzellemesi yapıyor roman ne de İstanbul üzerine alışıldık yakınmalara, klişelere başvuruyor. Altından üstünden ya da içinden dışından söyleyerek, epiğin ve liriğin ya da destanın ve şiirin paylaşarak büyüttüğü bir ‘yeni fetih anlatısı’ kuruyor. Bu hiç kuşkusuz yapıtın ‘ironik’ sayılabilecek yalnızca iki yönünden biri, ‘yeniden fetih’ anlayışıyla yeni bir rejim tahkim etme ve belki de tarihe onu ikinci fetheden olarak geçme arzusunun dayattığı karanlık zamanlar. Diğeri de yapıtın adı, hiç de öyle olmadığı halde, İstanbul’a ‘altı üstü’ deyimiyle yaklaşmanın ironisi. Belki de yazar, biz okurlara, İstanbul’un altını ve üstünü yeniden düşünme, başka düşünme olanağı sunuyordur, kim bilir.
Arka kapağında ‘âlemler anlatısı’ denmiş kitap için, hakçası ‘âlemler’ çok yerinde bir saptama olmuş. Öyle ki buluşlara, değiştirmelere, oyunlara hiç başvurulmadan bu alemleri yazmak bile romanı başkalaştırmış ve yalnızca doğa anlatıları geleneği içinde değil, İstanbul romanları içinde de başka bir âleme yerleştirmiş. Burhan Sönmez’in ‘İstanbul’ romanlarının yanına örneğin.
Ercan Y Yılmaz’ın hem kendisi hem başkası olarak yazma hüneri, bizi şimdiye dek şiir, öykü ve anlatıda yepyeni, taptaze, benzersiz kitaplar ve yazarlarla tanıştırdı. O birden çok ‘Edip’ olarak Yaşar Baba’dan miras destan geleneğini âlemler açarak yürütme yeteneğiyle de beliriyor ‘Altı Üstü İstanbul’da, şiirin kutsallığı doğadan gelen büyüleyiciliğiyle de ve dil denen o sıratta ustalıkla daha nice şaşırtıcı yapıtlar, biçimler, söyleyişlerle gezineceği vaadiyle de. Öyle inanıyorum.