Güncelleme Tarihi:
Doğan Kitap tarafından yayımlanan, hayal gücünün yakın gelecek öngörüleriyle şekillendiği İstanbul 2099, dün akşam yapılan bir parti ile tanıtıldı. Nişantaşı BPRGuestHouse’da düzenlenen gece, Doğan Kitap Yayın Direktörü Cem Erciyes’in İstanbul 2099 ve öyküleri için yaptığı konuşma ile başladı.
Geç saatlere kadar devam eden lansmana İstanbul 2099’un yazarlarından, Aslı Perker, Hakan Bıçakçı, Tayfun Pirselimoğlu, Murat Uyurkulak, Deniz Tarsus, Afşin Kum, Mehmet Açar, Doğu Yücel, Altay Öktem ve projenin öncülerinden Aslı Tohumcu ile Kutlukhan Kutlu katıldı.
İstanbul 2099’u hayalleri ve öngörüleri ile şekillendiren yazarlar ve öyküleri ise;
Aslı Perker'in “Günübirlikçiler” öyküsü, yaşanmaz hale gelen Dünya’dan başka bir gezegene göç etmiş bir ailenin çocuğunun Dünya gezegenine ilk ziyaretini anlatıyor. Söz konusu turistik gezinin mekanıysa yakıcı güneş altında 65 derece sıcaklıkta kavrulan bir İstanbul. Boğaz ve tüm denizin kurumuş halde olduğu bu İstanbul’da hâlâ yaşayabilenlerin hayatına ise açlık, yoksulluk ve kanunsuzluk hâkim.
Tayfun Pirselimoğlu'nun “İstanbul'un Düştüğü Gün” öyküsü, çok çok uzun süredir ülkeyi demir yumrukla yöneten bir Başkan'ın hâkim olduğu bir distopya. Kahramanımız sistemde hatırlı bir yere sahip bir tanıdığı olan ama hiçbir işte dikiş tutturamamış, sokakta göçmenleri soyup hayatını idame ettirmeye çalışan bir genç. "İşgale uğramış" Galata Kulesi'nin en üstünde kapattığı bir odada yaşıyor. Bir gün Başkan'ın berberi olmakla görevlendiriliyor ve saray vazifesi gören yüksek bir binaya gidiyor...
Barış Müstecaplıoğlu'nun “Yabancı” öyküsünde 2099 yılının İstanbul'u, uzaylı istilası altında. İnsanlar ellerinde kalan savaş araçlarıyla direnmeye çalışıyorlarsa da uzaylıların teknolojik gücüne rakip olamıyorlar. Kız Kulesi’nin Boğaz’ın sularından yüz metre yüksekte, uzaylılarca saldırıya hazır bir tür gözcü olarak havada asılı tutulduğu hikâyenin kahramanı Recep ise, sahip çıktığı Ali adındaki küçük çocukla birlikte Beşiktaş'ta, hayatta kalmış tüm insanlar gibi uzaylıların araçlarına görünmeden, gizlenip saklanarak hayatını sürdürmeye çalışıyor...
Deniz Tarsus'un “Galip'e Feza” öyküsünde geleceğin İstanbul'u, binaların ve sokakların devasa labirentler oluşturarak gökyüzünün görüntüsünü tamamen kapadığı, apartman bloklarından ibaret bir şehir. Kahramanlarımız Galip ve Esrar bu blokların içinde günün büyük bölümünü çalışarak geçiren, kalan vakitte de dev farelerin cirit attığı koridorları ve odaları gezerek şehrin bir haritasını çıkarmaya çalışan ve bu hayatın ağırlığına dayanabilmek için de geleceğin uyuşturucu maddelerinden medet uman iki çocuk.
Engin Türkgeldi'nin “Sûr” öyküsünde geleceğin İstanbul'u, büyük bir deprem sonucu yer ile yeksan olmuş durumda. Kahramanlarımız da farklı farklı fraksiyonların güç sahibi olduğu 2099 sur içi İstanbul’unu boydan boya geçip para edecek veya takas edilebilecek bir şeyler arayarak, ama denizi hiç görmeden, sadece sesini ve kokusunu duyarak yaşayan karakterler.
Afşin Kum'un “Ekmek Parası” öyküsü Beşiktaş'ta bir lokantada buluşan bir babayla oğulun öyküsünü anlatıyor. Öyküde resmedilen 2099 İstanbul'unda makineler artık hayattaki tüm önemli işleri üstlenmiş durumda, hatta kafelerle insanları bile yapay ("plastik") insanlar karşılıyor. İnsanlar ise tam olarak nasıl kullanıldıklarını bilmeksizin, “top sektirmek” gibi basit görevleri icra ederek yapay zekaların veri tabanlarını besliyorlar.*
Sabri Gürses'in “Bergamavi” öyküsünde camilerin ortadan kaldırıldığı ve Kuran'ın yerini yeni resmi ve ortak dil olan İngilizce'de yazılmış ve çok yaygın olarak sanal versiyonları kullanılan "The Qoran"ın aldığı bir 2099 İstanbul'u var... Öyküdeki karakterler suyun altında Ortaköy camiinin kalıntılarını bulduktan sonra, gizlice oraya namaz kılmaya gitmeye başlıyorlar.
Mehmet Açar'ın “Üçüncü Çocuk^” öyküsünde 2099 İstanbul'unda insanlar devasa gökdelenlerde yaşıyor. Bu gökdelenlerde her türlü imkân ve yaşam alanı var, bazı günlerde ilan edilen sokağa çıkma kısıtlamaları da buna eklenince insanların hayatlarının önemli kısmı bu mekanlarda geçiyor. Aybisi (IBC) denen beyne entegre bilgisayarlar insanların her an fiziksel / psikolojik durumunu gözetliyor ve uykularında bile onlara eşlik ediyor. Yeni bir siyasi seçim yaklaşırken, öykünün sevgilisiyle ayrı gökdelenlerde yaşayan kahramanı, kendi gökdelendeki genç bir kadına ilgi duymaya başlıyor.
Doğu Yücel'in “İstanbullu”sunda 2099 İstanbul'u, yıkıcı bir Doğu-Batı Savaşı'ndan sonra bir tür tampon bölge, bir "duvar" işlevi görmek üzere tamamen boşaltılmış durumda. Kahramanımız sadece makinelerin göz kulak olduğu farz edilen bu İstanbul'da gizlice yaşamaya devam ediyor. Ancak bir sabah Doğu-Batı barışının mimarlarından Alek Kum’un öldürülmüş olduğu haberiyle uyanınca, tutkuyla sevdiği bu şehirdeki saklı ve ayrıcalıklı hayatının sonunun yaklaştığını anlıyor.
Cem Akaş'ın “Uzun Siyah Tül” adlı öyküsünde bir kadının İstanbul İmamı olduğu bir 2099 İstanbul'unda, öykünün anlatıcısının "beyin elektriğinin tık diye kesilmesi suretiyle" idam edilip Zincirlikuyu altındaki mezar kente gömülüşü anlatılıyor.
Gülayşe Koçak'ın “İstanbistan'ın İllegal Koroları” öyküsünde, bağımsızlığını ilan ederek adını değiştirmiş, ırkçı ve katı bir rejimle yönetilen bir İstanbul'da hassas bir ana – kız ilişkisinin dünü ve bugününde buluyoruz kendimizi. Bu geleceğin İstanbul'unda rejimin onaylamadığı her tür düşünceyle birlikte müzik de tamamen zapturapt altına alınmış durumda ve İstanbistan sakinleri susuz ve şarkısız büyüyüp sesleri çatlak, tenleri kuru, kalpleri neşesiz, birbirinin gözüne bakmayan insanlara dönüşmüş durumda.
Altay Öktem'in “Kanalİstanbul'da Sıradan Bir Olay” öyküsünde, Kanalİstanbul'un gerçekten yapılmasından ve betonlaşmanın iyice gemi azıya almasından sonra, geleceğin İstanbul'unda ciddi susuzluk ve radyasyon sorunu baş göstermiş durumda. Öykünün kurumuş Kanalİstanbul’a nazır bir gökdelende oturan iki kahramanından biri saç plantasyonu uzmanı – çünkü 2099 İstanbul'unda insanlar radyasyon ve sentetik yiyeceklerin etkisiyle saçlarını yitirmiş durumda.
Murat Uyurkulak'ın “Gündem Toplantısı” öyküsü, çok katı bir sansür ve medya kontrolünün olduğu bir 2099 İstanbul'unda yayımlanmaya devam eden bir gazetenin gündem toplantısında geçiyor. Ancak ister istemez hayli zorlu geçecek bir toplantı bu çünkü karakterler, özellikle de tamamen kurumuş "kültür" alanında aktarılacak haber bulmakta zorlanıyorlar.
Elif Türkölmez'in “Nora'nın Yosunları” öyküsünün kahramanı, çocukluğu İstanbul'da Kınalıada'da geçmiş ama şimdi Paris'de yaşayan, denize tutkun yaşlı bir kadın. Ancak Dünya'da denizler artık son derece kirli ve hastalık saçıyor, etrafları da tellerle çevrilmiş durumda. Madam Fraya’nın Paris'teki evine, İstanbul'u sanal bir şekilde ziyaret etmesini mümkün kılan bir bağlantı aygıtı getirilmesiyle, öykünün kahramanı imha edilmek üzere Kınalıada'yı ve eski akrabalarını son bir kez görme fırsatı yakalıyor.
Mehmet Berk Yaltırık'ın “Bozkıresk” öyküsünde İstanbul, depremler ve radyoaktif sızıntılar sebebiyle bir felaket sonrası coğrafyaya dönmüş durumda ve eski şehrin civarında, sur içinde, endüstri-öncesi bir hayat yaşanıyor. Yerleşiklerle (şehirliler) göçerler sürekli çatışma halindeler. Hikâyenin kahramanlarından "Kıraçlı" ünlü bir eşkıya ve "kıraç" diye anılan, at ve haydutların at sırtında ve bisiklet üstünde gezdiği, tamamen kanunsuz bölgede yaşıyor. Sur içine ise Şehrin Paşası denen bir asker/yönetici hâkim. Şehrin Paşası, bir gün Kıraçlı'ya bir düşmanını bulup ortadan kaldırma görevi veriyor...
Hakan Bıçakcı'nın “Cesur Yeni İstanbul” öyküsünde bugün bildiğimiz İstanbul ancak özel aygıtlarla bağlanılıp ziyaret edilebilen bir "simülasyon" haline gelmiş durumda. 2099'un gerçek, fiziksel İstanbul'u ise insanlara dışarı çıkmanın büyük ölçüde yasak olduğu, akıllı tankların kol gezdiği, ıssız bir totaliter kabustan ibaret.