Güncelleme Tarihi:
Geçen günlerde çok önemli iki kitap yayımlandı. Bunlardan ilki Joachim Radkau’nun ‘Doğa ve İktidar’, diğeri ise Rob Hengeveld’in ‘Atık Küre’ adlı kitabı. Her ikisi de tarih kitabı ama her ikisi de alışık olmadığımız türden bir tarih kitabı; ilki doğanın, toprağın ve ormanın tarihi, ikincisi ise ‘yaşam’ın tarihi. ‘Yaşam’ ifadesiyle burada kastedilen, ‘insan ilişkilerinin anlatısını’ dile getiren yaşam kavramı değildir. Bu anlamdaki yaşam kavramı Vico, Croce ve Collingwood’dan geçerek Marx’a uzanan tarih anlayışına dayalı bir yaşam kavramıdır. Marx’ın ünlü kültür tanımını da hatırlamakta fayda var; kültür, insanın doğaya karşı ürettiği her şeydir. Vico’dan Marx’a gelen bu çizgide, bilim, doğa bilimleri ve tinsel/insan bilimleri olmak üzere ikiye ayrılır. Ve sözünü ettiğim anlayışa göre bu ayrım, aşılmaz bir ayrımı dile getirir. İnsanın işlerini ve eylemlerini konu edinen tarih, tinsel bilimlerin bir dalıdır. Çünkü tarih, toplumsal ve kültürel olanın tarihidir, doğal olanın tarihinden söz edilemez. Çünkü doğa değişmez.
‘Atık Küre’ (ve ‘Doğa ve İktidar’ da), bu anlayışın dışında yer alıyor ve doğanın ve yaşamın değiştiğini dile getiriyor. Öncelikle, Rob Hengeveld, atık kavramını, yaygın kullanımının dışında, disipliner bir anlamda kullanıyor. Atık, gündelik hayatta negatif anlamda kullanılan bir kelime: Kullanıldıktan sonra atılan, kullanım dışı madde; kimyasal işlemden sonra artakalan madde.
Hengeveld’e göre atık, yemenin doğal suretidir. Atık çıkarma, yaşamın doğasını oluşturur. “Bütün organizmalar, ölmeden ve bayrağı ardıllarına teslim etmeden önce beslenir ve besinleri atığa dönüştürerek dışarı atarlar. Bu süreç, organizmanın sonraki kuşakları tarafından sürekli tekrarlanır. Onların atıkları, hatta ölmüş bedenleri, başka organizmaların besini olur.” Ölümle birlikte, organizma, kendisini ayrıştıran bakteri ve mantar gibi organizmalara besin olabilecek biçimde besin haline gelir. Her organizma bir diğeriyle beslenir. Hengeveld, “organizma” diyor, “sonunda atığa dönüşen, örgütlenmiş bir enerji ve madde akışıdır”. Yaşam bir döngüselliktir. Yaşam, kaynakları atığa dönüştüren bir mekanizmadır. Atık bırakmak yaşamın doğasıdır. Ancak Hengeveld’a göre, 19’uncu yüzyılın başlangıcından itibaren, bu döngüsel hat, yanında bir de doğrusal hat oluşturmaya başlamıştır. Doğrusal hat, kaynağın tüketilmesini ve aynı zamanda çevreyi giderek kirleten atıkların birikmesi sürecini temsil eder. Oysa yaşamın devamlılığı için kaynak kullanımı ile atık oluşumu döngüsel olmak zorundadır. Kaynaklar, işleme döngüsüne girer ve bu döngüyü atık olarak terk eder ve bu atıklar da besine dönüşür. “Eğer geri dönüşüm olmaz ise kaynaklar tükenir, atıklar da birikir.” Ve bugün kaynakların tükendiği bir dünyanın eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
Yaşam kavramının burada hümanist bağlamı aşan, bio-ontolojik bir içeriği var. Bitki, hayvan ve insan türü arasındaki bu ortak döngüselliğe bio-genetik diyor.
Hengeveld’a göre sorun, insan nüfusunun artmış olması: “Sayımızı ciddi ölçüde azaltmamız gerekiyor, hem de derhal” diyor Hengeveld. Ama ona göre, temel sorun, aşırı insan nüfusu değil, aşırı israf. Sorunlar, dünya nüfusunun varlıklı kesiminin yüksek yaşam standartlarından kaynaklanmaktadır: “Zengin ülkelerde yaşayanlar evlerinde daha fazla gereç ve cihaz kullanıyor, aile başına bir veya daha fazla otomobile sahipler ve bunlar da büyük otomobiller.” İnsanlar, dünyanın başka yerlerinden gelen yiyecekleri tüketiyorlar. Hengeveld’a göre atıktaki döngüsel hat, bugün ‘doğrusal hat’a dönüşmüş durumda.
Cogito dergisi son sayısına dikkat çekerim: ‘Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan’, bu sayının adı. Daha önce yayımlanan iki sayısı daha var bu bağlamda yer alan: ‘Yaralanabilirlik ve Felsefede Hayvan Sorusu’.