Güncelleme Tarihi:
İlk romanı 'Dünya Döner Renkler Kalır' ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan yazar Belgin Bıyıkoğlu, bir dönem romanı olan 'Zaman Geçer Sesler Kalır' isimli yeni kitabı ile okuyucularını, tarihin en mücadeleci yıllarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bıyıkoğlu romanda; savaşın en ağır günlerinin yaşandığı, yoksulluk, ölüm ve acılarla dolu bir dönemde her şeye rağmen umuda, cesarete ve dostluğa dair söylenecek sözlerin olduğunu savunan insanların hikâyesini anlatıyor.
İşgal yıllarından hürriyete, saltanattan Cumhuriyet’e uzanan bir dönemin ve mücadele etmekten bir an olsun vazgeçmeyen cesur insanların öyküsü 'Zaman Geçer Sesler Kalır', Destek Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Bıyıkoğlu'yla kitabını konuştuk.
'Zaman Geçer Sesler Kalır'da yaşanmış gerçek olaylardan yola çıkarak adeta Türkiye’nin yakın tarihine mercek tutuyorsunuz. Kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Ben içine doğduğum dönem ve yaşayıp gördüklerim nedeniyle Türkiye’de yaşananları hep anlatmak isteyen biriydim. Bunun için de kendi aile büyüklerimden dinlediğim hikâyeler bana ilham oldu. Aslında 'Zaman Geçer Sesler Kalır', ilk romanım 'Dünya Döner Renkler Kalır’ın tersten bir bakış ile devamı niteliğini taşıyor. 'Dünya Döner Renkler Kalır' yayımlandığında, Sabite Hanım’ın ana karakter olacağı bir romanı şekillendirmeye çoktan başlamıştım. Bu yüzden iki romanın etkileşim içinde olduğunu söyleyebilirim.
'Zaman Geçer Sesler Kalır', 1887 ile 1923 yılları arasındaki dönemi anlatıyor. Yani aslında günümüzden geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Romanı, kendi aile büyüklerimin yaşanmış hikâyelerinden yola çıkarak yazmaya başladım. Ancak elbette işin içinde kurgu da var. Kitaptaki tarihsel olaylar gerçek ama geri kalan kısımda çokça kurgu hâkim. Temel hikâyeyi, yer yer kurgusal olay ve karakterlerle zenginleştirerek ele aldım.
Abdülhamit dönemi ile başlayan romanda okuyucu, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan sürece an be an tanık oluyor adeta. Romanın yazımı sırasında nasıl bir kaynak tarama süreci geçirdiniz?
36 yıllık çalkantılı bir dönemin aynası 'Zaman Geçer Sesler Kalır'. Bu bakımdan araştırmam gereken pek çok konu olduğunu biliyordum. Aile büyüklerimin anıları ve okuduklarım sayesinde hazırlıklı da sayılırdım fakat yine de dönem romanı yazmak büyük bir sorumluluk. Bu bilinçle yoğun bir hazırlık süreci geçirdim. Öncelikle hangi dönemi kaleme alacağım ile ilgili bir yol haritası oluşturdum. Tarihleri kafamda netleştirmemin ardından da araştırma için bir okuma listesi çıkardım. Romandaki tarihsel aralığa odaklanan kitap ve makaleler ile altı aylık bir okuma süreci geçirdim. Özellikle de 1915-1920 yılları arasında Çanakkale Lâpseki’de yaşanan olayları anlatmak için Hüseyin Arabacı’nın “Arşiv Belgelerinde Lâpseki” isimli kitabından çok faydalandım. Dönemin modasından mimarisine, insanların gündelik yaşamda kullandıkları dilden mutfak kültürlerine kadar tüm detayları araştırdım, her şeyi okudum. Ancak romanı yazarken tarihsel olaylar hariç motamot ilerlediğimi söyleyemem.
Kitap hakkında konuşurken Sabite Hanım’ın varlığından söz etmemek olmaz. Sabite Hanım aslında iki romanınızın da ortak ve en önemli karakterlerinden. Roman boyunca kadının gücünü temsil eden Sabite ve diğer kadın karakterler ile nasıl bir kadın çizmek istediniz?
Sabite Hanım, benim büyük ninem. Beni Sabite Hanım’ın varlığından haberdar eden ise anneannem olmuştu. Onun anlattığı hikâyeler sayesinde tanıştığım Sabite Hanım, iyi eğitimli ve meziyetli karakteriyle hep ilham aldığım birisi oldu. Kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip olması gerektiğini savunan, yaşadığı dönemin ilerisinde bir vizyona sahip ve çok güçlü bir karakter. Ud çalabilen, ata binebilen Sabite Hanım’a herkes saygıyla bakıyor. Romanda kadın karakterlerin ve onların sınır tanımayan güçlerinin ön planda olmasını istedim. Bu yüzden Sabite gibi bu özellikleri taşıyan başka kadın karakterler de var. Romanda, Sabite’nin yanı sıra Zehra ve Fedora’nın da hikâyelerine tanık oluyor, bu birbirinden farklı üç kadının ortak acıları ve ortak mutluluklarını paylaşıyoruz. Zaman Geçer Sesler Kalır, içinde dünyayı taşıyan ve erkeklerle yan yana bir hayatı paylaşmak isteyen kadınların gözünden bakan bir roman.
“Kasabanın bütün evlatları farklı cephelerde, cepheye gitmeye yaşı tutmayanlar tabyalara, karargâhlara yiyecek su taşıyorlar…” Romandan bu ve benzeri birçok alıntı yapabiliriz. Anlatılan dönem itibarıyla savaşın zor ve karanlık evrelerine ayna tutuyor ama bir yandan umut aşılıyorsunuz. Yazarken nasıl kurguladınız bu ikilemi?
Roman, Cumhuriyet’in ilanından bir süre sonra sonlanıyor ve o döneme kadar geçirilen savaş ve işgal yıllarının hâkimiyetinde geçiyor. Türkiye’nin belki de umuda en çok ihtiyacı olduğu, en karanlık dönemlerinden birinde işgalin karanlığı ile kaplanmış Türkiye’nin diğer yüzünü anlatmak istedim. Cephedeki savaşın arka yüzünü, geride kalanların mücadelesini kaleme aldım. Çünkü belki en az cephedekiler kadar önemliydi onların mücadeleci duruşları, bitmek tükenmek bilmeyen umutları ve de sabırlı bekleyişleri.
Umudun ve cesaretin her acının üstesinden gelebileceği, karakterlerin kararlı duruşları ile vurgulanıyor. Ayrıca savaşın yarattığı tüm acıya rağmen dostluğa dair temelleri olan bir hikâye anlatmak istedim. Millet ayırmadan, ötekileştirmeden Ermeni, Rum ve Türklerin bir arada, dostça yaşadığı bir Türkiye var romanda. Tıpkı geçmişte olduğu gibi… Bu bağlamda da aslında kitaptaki karakterler, bugünkü yaşamımız için bizlere bazı dersler veriyor.