Güncelleme Tarihi:
Ne kendini ne şiirini ne kitaplarını öne süren şairler... var mıdır? Vardır, ben birini iyi tanıyorum. Onun adı Yelda Karataş’tır. O, ‘diğerkam’ın bugünkü dilde ve hayatta karşılığıdır, aslında bunun hiçbir karşılığı da yoktur, varsa da ‘hiç’tir.
Yelda tüm şiirlerini ‘Hüznün Kısa Tarihi’ne sığdırmaya çalışmış. ‘Çalışmış’ diyorum, zira kitap 630 sayfa, eh bu şiirin de hüznü biteceğe benzemiyor, üstelik şairin dediğine bakılırsa bu daha ‘kısa tarihi’ hüznün. Öyleyse şair burda “Şiirim hüzünlü ama ironiyi de yabana atmıyor!” demek istiyor.
Hiç, hüzün, ironi... Hepsinin bir araya gelmesinden kocaman bir sevgi doğuyorsa, onun dile geldiği yerdir Yelda Karataş’ın şiirleri: Bir şiir sessizce birikir ve pek çok yere dokunur. Bir şiir hem okur önünde kendisiyle konuşur ve hem de tıpkı kendisiyle konuşur gibi okuruyla konuşur. Bir şiir sevdiği şairleri de ağırlar ve o şiirin gönlünde nice şair, nice şiir, nice dize yer bulur. Bir şiir hüzün tarihi, gönül coğrafyası, ten kimyası ile demlenir ve cem olur. İşte Yelda Karataş’ın şiiri az çok budur. Az çok deyişim, bilebildiğim kadarıyla anlamındadır, elbette bu şiirde bundan daha fazlasını da bulacaktır okur.
Şairin hayatıyla şiirin hayatı bazen hemhal olur, iç içe geçer. Bu biraz da şiirin hayatiyetine dairdir. “Yazılmasa olmaz” diye düşünmez şair, yazma anı da şairin güneşidir işte, ışıkta da, karanlıkta da, gölgede, kuytuda, gecede gündüzde, şiirin ışıma anı, şiirin güneşinin doğduğu andır ki, sebebi hem pek çoktur hem de aslında hiç yoktur. Ya da herkesin sebebiyle şiirin sebebi arasında bir fark yoktur. Bir bakıma da “Şiirin nedenleriyle kalbin nedenleri aynıdır”.
Şairler çoğu kere ‘derin’, ‘süslü’, hatta ‘tumturaklı’ ifadelerle şiir yazmalarında kendilerine özgü nedenler olduğunu söyleseler de bana kalırsa bu bir ‘şairane’ yakıştırmadan öteye gidemez. Hiç kuşkusuz şairleri özgün, farklı, ilginç, öncü vb. kılan, yazdıkları konular, şiir yazma nedenleri filan değil, çünkü bu hemen tüm şairlerde aynıdır, söyleyiş biçimleri, yeni ifadeler önermeleri ve sürekli arayışlarıdır.
Yelda Karataş da “şiirin nedenleriyle hayatın nedenleri aynıdır” önermesinden ‘paydalanan’ bir şair. Bu nedenlerden payına en çok ‘hüzün’ düştüğünü sansa da ‘kısa tarihi’ni okuduğumuzda ‘gerçeğin’ hiç de şairin kitabının kapağında dediği gibi olmadığını görüyoruz. Belki de şair doğru söylüyor ve hüznün aslında bir umutsuzluk hali olmayıp tam tersine yaşama daha çok tutunma eylemi olduğunu bize gösteriyor. Yani tıpkı kitabın adının ve hacminin oluşturduğu ironi gibi: ‘Hüznün Kısa Tarihi’, fakat 630 sayfa! Turgut Uyar’ın ‘Geyikli Gece’de dediğini hatırlayalım: “Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız”. Yelda Karataş şiiri için de hem “hüznümüzü kısa şeylerden sanırsanız yanılırsınız!” hem de “hüznümüzü yalnız sanırsanız yanılırsınız!” demek olası. Çünkü hüznü kısa değil ve sadece hüzün değil!
Gülümseyen bir hüzün!
Arabeskin damardan olduğu bir memleketten söz ediyoruz, zaman zaman şiirde de çok yoğun olarak karşımıza çıkan bir damar bu; hüzünle, kederle, acıyla baş etmeyi değil ama yaşamayı bilmek bazen şiir istiyor. Yelda’nın şiiri de bunlardan. “Büyüyünce dansöz olucam” diyen bir çocuk, şair olur,“şiir, göklere çıkan çocuk çığlığım” der ve sorar “neden görmez insanlar/her kelimenin ayrı dans ettiğini”. ‘Hüznün Kısa Tarihi’ aşkın, farklılığın, aykırı olanın, dışlananların da savunması. Hüzne en çok da onlar dahil elbette. ‘İstanbul Bir Dişi Orospu Beyoğlu Altın Dişi’ndeki (2007) “aşkı dilsiz kalmış bir adem Süleyman” dahil. Ruhundan olduğu kadar teninden kovulanlar dahil. Çünkü “ey aşk, hevesten yarattım seni!” demiştir şair. Hevesten nar olur, aşk olur, şiir olur, büyürsün, dansöz olmazsın belki ama, olamayışının hüznü olur!
Yelda Karataş: Şiirimizin hiç ortalarda görünmeyen, kendine, hayata, aşka, şiire çekilmiş, Mevlana’nın Şems’e dediği “dinim aşktır benim” deyişini benimsemiş, alçakgönüllü yüksek şairi. Şiir, şair ve insan kıymeti bilen bir şair o, kıymetini bilelim.