Güncelleme Tarihi:
Andre Malraux çeşitli nedenlerle 20. yüzyılın en tartışmalı adlarından biriydi. Bugün artık eski pırıltısı olmasa da Attilâ İlhan’ın ’20. yüzyılın ağrısı’ diye tanımladığı bu gerçekten çok ilginç şahsiyetin hayattaki ilk hamlesi ‘avantürye’ olmaktı. Fakat gizli olan dehası ve her dehada mevcut olan derin sezgiyle Uzakdoğu’nun 1920’lerdeki dünyada farklı bir profil çizdiğini görmüş ve 1923’te o coğrafyaya gitmişti. Niyeti, Kimer sanatını toplayıp Paris’te satmak, zengin olmaktı. Eğitimi sınırlıydı, kendi kendisini yetiştirmişti. O arada hırsızlığı ortaya çıkmış, tutuklanmış, Yahudi asıllı ilk karısının Paris sol yaka entelektüellerini ayaklandırması ve devletin araya girmesiyle serbest kalınca dönmüştü.
Uzakdoğu’da, Çin devriminin erken topçu atışı olan Kanton bölgesinde Çin Komünist Partisi ve Kuomintang olaylarına tanıklık ettiğini iddia ederek önce ‘Batının İğvası’nı yazmış, ardından bize A. İlhan’ın ‘Kanton’da İsyan’ (1928) adıyla çevirdiği müthiş romanı gelmişti. (Halbuki o bölgeye bütün bu olaylardan çok sonra gitmişti, ilk kez.) Malraux’yu bu romanlarında ve hayata bakışında doğrudan etkileyen iki kişiden biri İngiliz casusu T.E. Lawrence’tı. Lawrence’ın ‘Bilgeliğin Yedi Temeli’ni Malraux belirli bir eylemci-aydın tipinin özü kabul ediyordu. Diğer etki kaynağı ise Nietzsche’ydi. Malraux da bütün II. Dünya Savaşı sonrası aydınları derinden etkileyecek bu düşünürden ‘insanın sürekli oluş halini sürdüren yaratık’ olduğu görüşünü almıştı.
Çin ve Uzakdoğu kitaplarının üçüncüsü bugün hâlâ Amerikan üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan ‘İnsanlık Durumu’dur (1933). “Bir insanın hayatı hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir insan hayatının yerini tutmaz” sözü Malraux’nun bu romanından kalmıştır ve gerçekten muhteşem bir romandır.
‘Eylemci’ Malraux bu defa 1933 İspanya İç Savaşı’na Cumhuriyetçilerin yanında yer almaya koşacak, çarpışacak ve oradan da eşi menendi olmayan (gene A. İlhan çevirisi) ‘Umut’ (1937) romanıyla dönecekti. Bu üç roman esasında insanın kendisini yaratışıyla, dolayısıyla Tanrı’yla hesaplaşmasıyla ve eylemin ve bilincin varlığın tanımındaki rolüyle ilgiliydi.
Bu defa II. Dünya Savaşı başlamıştır ve Malraux, Fransız direniş hareketine katılarak Alsace-Lorain bölgesinde savaşmaktadır. Gestapoya tutsak düşer. Kaçar ve mücadeleye devam eder. Şimdi Albay Berger’dir. Savaş sonrasında Malraux konumunu değiştirir. Bu mitoman, egosantrik, geçmişini şiddetle ve hırsla saklayarak ona dilediği biçimi vermiş yazar, 1947’de bir yıllığına De Gaulle kabinesinde bakanlık yapar.
1948’de bakanlıktan ayrıldığında artık edebiyatı ve siyaseti bırakmıştır. Şimdi yeni bir meşguliyeti vardır: Sanat düşüncesi. Doğru bir sözcüktür, ‘düşünce’. Nedeni şu: Malraux ne bir sanat tarihçisidir ne de estetisyen. Bu büyük yazarı ve çok ilginç insanı sanat incelemelerine taşıyan ana neden onun kısmen yukarıda değindiğim ‘insan’ ve ‘varlık’ yorumlarıdır. Malraux insanın yeryüzündeki var oluşunu anlamlandırmaya çalışan, kendisini daha önce din üstünden ifade eden insanın hem bu niteliğini, sanat-varlık ve ifade unsurları açısından ele alıyor hem de modern çağda din düşüncesinden koptuğu, uzaklaştığı bir zamanda sanatın anlamını sorguluyordu. Doğrusu cümleyi tersinden kurmaktır: Malraux sanatın insandaki anlamını değil insanın sanattaki anlamını irdeliyordu. Sanat ‘tarihi’ insanlık tarihiydi Malraux için.
Artık iki çok büyük cilt halinde toplanmış (‘Les Voix des Silence’/ ‘Sessizliğin Sesleri’ ve ‘La Métamorphose des Dieus’/ ‘Tanrıların Başkalaşımı’) bu konudaki kitapların ilk küçük cildi ‘Sanat Psikolojisi’dir. Serinin en önemli yapıtlarından biri 1952’de yayımlanan ve Türkçeye nihayet 70 yıl sonra çevrilen ‘Düşsel Müze’ ayrıca önemli bir kitaptır ve bu alanda Malraux’nun adı en çok bilinen yapıtıdır. Malraux’nun Goya ve Picasso hakkında yazdığı iki kitabı da zikredelim.
‘Düşsel Müze’ (Hayali Müze adının daha yakışacağı kanısındayım) dünyada en yanlış bilinen kitaplardan biridir. Bu yanlışa göre Malraux’nun yapıtı, fotoğrafın bulunmasından sonra sanatın artık müzelerin duvarları dışına çıktığını ve yeni bir ‘bilinç durumu’nun öznesi olduğunu söylemektedir. Bu tanım hemen Walter Benjamin’in ‘Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı’ isimli makalesiyle birlikte anılır. Bu değerlendirme yanlıştır. Ama yanlış yaygındır ki, şu elimizdeki kitabın (dördüncü paragrafı bozuk cümleli) arka kapak yazısında bile pek âdet olmadığı halde Benjamin’in makalesi adıyla veriliyor, Malraux’nun kitabı onunla buluşturuluyor.
Elbette Malraux, kitabın III. bölümünde fotoğraftan ve sanat tarihi üstündeki etkisinden söz ediyor ama onun meselesi müze kavramıyla ilgilidir. Müze de Malraux için hem somut hem soyut bir kavramdır. Bir mekân olarak işleviyle birlikte somuttur ama soyut planda Malraux’nun müze dediği sanat tarihini meydana getiren büyük birikimdir. Hatta bizatihi sanat tarihidir.
Bu cümlenin anlamı şudur: Gerçek bir sanat tarihçisi olmadığı ve genel anlamda mukayeseli sanat tarihi bilgisi o yıllarda literatür olarak bugünkü düzeyde bulunmadığı için Malraux, Witt-kower gibi bilginlerin ‘imgelerin göçü’ türünden kavramlara hiç yer vermeden ve bilhassa Winckelmann-Lessing-Bruckhardt-Warburg türü kurucu sanat tarihçilerinin irdelemelerine hiç değinmeden farklı sanat ifadeleri ve dönemleri arasında ‘geçişlerin’ oluşturduğu süreçleri ele alır. Bu nedenle de bazı kitapları nedeniyle Gombrich gibi sanat tarihçileri tarafından şiddetle eleştirilir.
Biraz kabalaştırarak belirteyim: Müze bize farklı türleri, tarzları tanıma olanağı verir. Malraux’ya göre sanat tarihi işte bu farklılıkların birbirini etkileme sürecidir. O yüzden bir dönemden diğerine nasıl geçildiğini karmaşık bir şekilde ele alır. Fotoğraf bu uzun yapılanmada bir evredir: Bugün fotoğrafları kullanarak hem büsbütün farklı ilişkileri kurabiliriz hem de fotoğrafa bakan sanatçı yepyeni etkilenme alanları içinde yeni üsluplar geliştirebilir. Dolayısıyla Malraux, Benjamin’den çok uzak, bambaşka şeyler söyler. (Bu arada ben de birçok yazımda bu ikiliyi birlikte anmışımdır.)
O arada Malraux, Batı dışı sanatın hem tekil hem mukayeseli değerlendirmesini çok erken bir tarihte etkileyici şekilde yapar. Tavrı kitabın literatürde çokça alıntılanmış şu sözlerinde açıktır: “Sanatın geçmişi Avrupa için olsa olsa sanat denilen bu üslubun geçmişi olmuştur ve bu geçmiş bize bir üsluplar evreni olarak görünür... Bilinmeyen veya küçümsenen bir güç, bir asır önce sanatçının en temel güçlerinden biri olarak ortaya çıkıyordu. (...) Ama bu gücün şaşırtıcı biçimde yükselmesi bize unutulması mümkün olmayan birkaç sözcüğü açıkça telaffuz ettirmektedir: ‘Müze’ bir doğrulamaydı, ‘Düşsel Müze’ ise bir sorgulamadır.” (s. 141)
Kısacası sanat tarihi bir hayali müzedir ve hayali müze bize bir yapıtın kaynakları, kökenleri hakkında bilgiler verir. Her dönem bir öncekine şu veya bu biçimde ulanarak ortaya çıkmıştır. Kopukluk değil süreklilik esastır. Başlangıç dönemlerinde aykırı olan bazı hareketler dahi bu gerçekten kopuk değildir. Çünkü temelde sanat insan için bir direnme alanıdır. Sonunda elimizde bilimsel bir kitap yok. İlginç saptamaları olan bir ‘deneme’ var. Zaten çok küçük bir ‘yazı’ aslında ‘Düşsel Müze’.
Bu kitabın bunca aradan sonra çevrilmesi, hele benim gibi hayatı boyunca Malraux’yu izlemiş biri için daha da sevindirici. Yayınevini kutlarız. Kitabın baskısı bendeki İngilizce ve Fransızca baskılardan daha güzel. Bir saptama: Honour ve Fleming’in ‘Dünya Sanat Tarihi’ni Alfa Kitap yayımlamıştı. Keşke bu kitabı da aynı çatı altında bulunan o yayınevi yayımlasaydı.
Ama çevirmeni kutlayamıyoruz. Aksine üzgünüz. Neredeyse anlaşılmaz cümlelerin bulunduğu bir çeviri bu. Malraux’nun karmaşık, çetrefil üslubunu çevirmek besbelli güçtür ama elimizdeki bir çeviri değil sözcüklerin Türkçeleştirilmesi. Tek bir örnek vereyim: “Kayıp ya da hayali modellerin idealleştirmesi gibi yeniden canlanan Antikçağ da sadece canlılara başvuruyordu.” (s.152) Hele “Semadirek Kanatlı Zafer Heykeli” var ki, Zafer Heykeli’ne kanat yetmemiş, bir de ‘semadirek kanadı’ takmışız!
Malraux’nun diğer sanat tarihi kitapları da yayıncısını ve çevirmenini bekliyor.