Güncelleme Tarihi:
Belki tanımayanlar vardır; 1963 Iğdır doğumlu İsmail Güzelsoy, ilk ve orta eğitimini İstanbul’da tamamladı. Yükseköğrenimini İÜ Basın Yayın’da yapan Güzelsoy, bir süre turizm rehberi olarak çalıştı. Edebiyat hayatı 2000’de yayımlanan ‘Kitabı Mukadder’ ile başlayan Güzelsoy, kariyerini ‘Ruh Hastası’ (2004), ‘Sincap’ (2005), ‘Rukas’ (2006), ‘İyi Yolculuklar’ (2007), ‘Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri’ (2010), ‘Çıt Yok’ (2011), ‘Saf’ (2013), ‘Değmez’ (2015) ve ‘Gölge’ (2016) romanlarıyla sürdürdü.
İNTİKAM PEŞİNDE
1955 senesinin yaz aylarında Kars’ta başlıyor hikâyemiz. Radyodan Tek Vatan Cephesi’ne üye olan vatandaşların ismini anons eden kadının sesi dışında hiçbir şey duyulmadığı, çok partili sisteme geçildiği halde baskının daha da ağırlaştığı, yerel yöneticilerin sonsuz yetkilerle donandığı yıllar. Kars Valisi de “bütün şehri sindirmiş, kafasına göre savcıyı, hâkimi filan da ayarlamış, saltanat kurmuş...” Suzan ise 19 yaşında, hem cin gibi hem kanı fıkır fıkır kaynayan güzel bir genç kız.
Kendi kendine dans ettiği bir gün valiye rastlayan ve tecavüze uğrayan Suzan, ilk trene atlayıp Kars’ı terk etmek zorunda kalır. Valinin peşine taktığı jandarmadan aynı trende seyahat eden heykeltıraş Samet sayesinde kurtulur. İki genç yol boyunca birbirlerine anlattıkları hayat hikâyeleriyle yakınlaşırlar. İstanbul’a indiklerinde Suzan, Samet’in evine yerleşir. Aralarında tutkulu ve şefkat dolu bir aşk başlamıştır. Birkaç hafta sonra Taksim’e gezmeye gittiklerinde -ki takvim Eylül’ün 6’sını göstermektedir- Rumlara yönelik kitlesel saldırının arasında kalırlar. Onları ölümden Zakir isimli bir adam kurtarır. Kısa zamanda ‘aile dostu’ haline gelen Zakir, kafasını ‘otomatonlar’a takmış bir mühendistir.
Buraya bir nokta koyalım ve Zakir’in ağzından -romanda önemli bir rol oynayan- otomatonlar hakkında kısa bir bilgi verelim; “Otomaton, belli bir amaç için tertip edilmiş, kendi kendine hareket eden makinelere denir. Otomatonlar doğadaki kusursuz uyumu taklit etmek isteyen büyük ustaların tasarımlarıdır. Çok genel olarak söylemek gerekirse aslında insan bile bir otomatondur.”
Zakir’in -tarihiyle, ustalarıyla, örnekleriyle- otomaton hakkında anlattıkları Suzan ve Samet’i hayrete düşürür. Suzan’ın validen intikam alma kararına ayak uyduran Samet’in aklına mükemmel bir plan gelmiştir: Bu işi yapabilecek bir otomaton imal etmek. Zakir de bu plana katılmayı kabul edince hep birlikte işe koyulurlar...
Bundan sonrası -her İsmail Güzelsoy romanında olduğu üzere- aşk, macera, korku, gizem, mizah karışımı bir hikâye biçiminde gelişecek, anlatı zamanı Artuklu sarayında El-Cezer isimli mühendisin yaptığı kusursuz otomatonlarla ilgili hikâyelerle sekiz yüzyıl öncesine kadar uzanacaktır...
İNSANI İNSAN YAPAN
Romanı kısaca özetlemeye çalıştım ama bunun beyhude bir çaba olduğunu söylemeliyim. Zira İsmail Güzelsoy, romanın ana hikâyesini pek çok yan hikâyecikle zenginleştirmesini ve anlatmayı seven bir yazar. Evet, romanın gövdesini oluşturan bir hikâye var ama bu ana hikâye -kimi o hikâyeye bağlanan, kimi roman kahramanlarının kim olduklarını ortaya çıkaran, kimisi de tamamen Güzelsoy’un anlatma şehvetinden kaynaklanan- sayısız yan hikâyeyle dallanıp budaklanıyor. Öyle ki yazarın kendi anlatısının şehvetiyle yan hikâyelere kapılıp gittiğini düşündüğünüz, ana hikâyeye dönüp dönemeyeceğinden kaygılandığınız da oluyor. Ancak her seferinde sözü dönüp dolaştırıp aynı yere getirmesini başarıyor Güzelsoy. Üstelik her geri dönüşte ana hikâye biraz daha güçleniyor. Kısacası bir hikâye anlatıcısı gibi görünmekle birlikte Güzelsoy’un romanlarındaki kurgu çok sağlam.
MÜZİĞİ OLAN BİR DİL
2000’den başlayarak kısa sürede çok sayıda roman yazdı Güzelsoy. Birçoğunu okudum, pek çok da eleştiri yazısı kaleme aldım. Bu yazılardan genel bir çıkarım yaptığımda, Güzelsoy’un ‘gerçeğin kapısını açacak sırlara, metinler arasında yapılan gezintilere, kurmacanın büyüsüne, şehvetle anlatılan hikâyelere önem veren okuyucuları hemen içine çekecek’ romanlar yazdığını söyleyebilirim. Romanlarının kurgusu çok değişmiyor ama her seferinde bambaşka hikâyelerle çıkıyor karşımıza. Ve her seferinde biraz daha ustalaşan bir dille. Romanlarına güzelliğini veren, anlattığı hikâyelerden ziyade dilin güzelliği. Eski zamanları da şimdiyi de anlatırken hem akıcılığını hiç kaybetmiyor hem de eski kelimelerle yeni sözcükleri kaynaştırıyor. Müziği olan bir dil onunkisi. Birkaç alıntıyla örnekleyelim:
“Kutsal ile hayâsız olanı aynı anda sinesine saran şeydir aşk. Dile gelmemeli.”
“Biz kalbimize saplı bir bıçakla doğmuşuz, zaman içinde onun orada olduğunu unutmuşuz. Ta ki biri gelip onu bize hatırlatıncaya kadar da kalbimizin ne kadar acıdığını bilmezden gelerek, aşık atarak, çember çevirerek, patlangaç oynayarak yaşayıp gideriz.”
“İnsan dediğin, teskin olmaz öfkesine secde eden bir gafildir. Yağmagerdir, caâşardır, ziyankeştir, müntakimdir, suiniyettir, binevadır, zebundur, kirli süttür, gözyaşıdır, kandır, insandır. Dostuna sarılmaktansa düşmanına saldırmaktan haz duyacak kadar batmıştır insan.”
Bilimkurguya, fantastiğe, polisiyeye, aşk romanlarına ve melodrama göz kırpan, canlı, çekici ve eğlenceli hikâyelerin güzel bir dille anlatılması keyifli bir okumayı vaat ediyor. Buna karşılık kolay bir okuma vaadi yok. Elbette okuyucu kendisini hikâyelerin akışına bırakma hakkına sahiptir ve sadece yüzeydekiyle yetinebilir. Ancak romana derinlemesine nüfuz etmek isteyen bir okuyucu çok üretken bir hayal gücünün eseri olan bu oyuncaklı hikâyeler labirentinin çıkışlarını bulmak zorunda. Eğer çıkışa giden ipuçlarını izlerseniz Güzelsoy’un tartışmak istediği meselelerle karşılaşacaksınız. Kısacası doğrudan mesajlar, açık siyasi göndermeler, güncele dair yorumlar yok ‘Hatırla’da ama romanın bütününe baktığınızda insanı insan yapanın ne olduğuna dair bir tartışmanın içinde olduğumuzu anlayabiliyoruz.
‘BLADE RUNNER’IN ROBOTLARI KADAR DERİNLİKLİ
‘Fenni Sihirler’ üçlemesinin üç kitabı konu olarak birbirinden bağımsız ama aralarında tematik bağlar var. Hepsinde de ‘fen’ ve sihri birbirine karıştırarak ölüme çare arayan karakterlere yer vermiş Güzelsoy. Bu karakterlerden bazılarının her üç romanda en azından ismen yer aldığını görüyoruz. Sonuçta belki insandan farksız otomatonlar üretmenin ya da Dr. Frankenstein gibi parçaları birleştirerek yeni bir insan yaratmayı başarmanın üstesinden geliyorlar. Ama onlara insanı insan yapan ‘ruhu üflemenin’ üstesinden gelmek mümkün mü? Hafızasız, acıma duygusundan, empatiden, sevgiden yoksun bir beden kendisini yeniden üretebilecek kadar akıllı da olsa insan olabilir mi? Güzelsoy’un 800 yıllık bir serüvene yaydığı bu tartışmalar elbette güncele, bütün bu yetilerden hiç payını almamış insanların yaşadığı bugünün dünyasına yönelik bir sorgulama.
‘Hatırla’da mizahla hüznü dengelemiş Güzelsoy. Hikâyelerini yazarken, esinlendiği benzer hikâyelere kendi rengini katıp kendi meşrebince yeniden hikâye ederken belli ki çok eğlenmiş. Ama ‘Hatırla’nın otomatonlarının dramı, ‘Blade Runner’ın robotları ya da Dr. Frankenstein’ın yarattığı kadar derinlikli.
İsmail Güzelsoy’un ele aldığı konulara yakınlık duymayabilirsiniz ama malumatfuruşluğuyla, dili ve üslubuyla yakaladığı anlatım zenginliğini, hikâye anlatmaktan aldığı hazzı mutlaka fark edeceksiniz. Onu sözlü kültürün hikâye anlatıcısına bağlayan ve romanlarına güzellik katan işte bu haz duygusudur.