Güncelleme Tarihi:
Aynı yaştalardı... Birinin elinden annesi tutarken, diğeri yalnız yürürdü. Biri kapıcının oğluydu. Annesi sabahları erken saatlerde işyerinde temizlik yapardı. Oğlanın hayatı düzenliydi, süt içerdi ve okula gitmek üzere evden çıkardı. Diğerinin kardeşi yoktu, zamanını yalnız başına geçirirdi.
Biri sıskaydı, diğeri iri... Biri yoksul, öbürü varlıklı. Oturdukları apartmanda iki farklı hayattı onlarınki...
Bir asansör vardı, sadece asansör demek mümkün değil. Binanın katlarını tırmanırken hayatın altını, üstünü de anlatırdı.
Örneğin kapıcının oğlunun o asansörü kullanmak için bir nedeni yoktu. Çünkü onlar zeminde yaşardı. Karanlıkta... Hayatın da, apartmanın da dibinde...
Adı Constantino’ydu. Diğeriyse, Guido...
Çocukluğu boyunca annesinin yolunu gözledi. Gecenin yarısı bile olsa annesinin yatağına eğileceğini, onu öpeceğini, burnunu saçlarına sürteceğini, açık duran elinin parmaklarını sayacağını bilirdi.
Piyano dersinden dönerken, kapıcının evinin içine bakıyordu. Bodrum katının havalandırma mazgalları, fotokopicinin deposunun yanındaki, bu yere gömülmüş ev, tüylerini ürpertiyordu. Ve bir gün o dairenin demir parmaklıklarından göz göze geldiler.
Sürekli göz göze geliyorlardı... Paylaştıkları ergenlik hezeyanları vardı. Lisede aynı sınıfa düştüler. Her biri ötekinin dünyasına sızmak için çaba gösteriyordu.
Bir yandan da Guido, aynı sınıfa düşmüş olmaktan rahatsızdı. Constantino’yu yolda görmezden geldiği oluyordu.
Constantino’ysa koridorda ya da sınıfta karşı karşıya gelirlerse yavaşlayıp Guido’ya yol veriyordu. Kısaca, aynı sınıfa düşmeleri aynı sınıftan olduklarını göstermiyordu. Birinin gösterdiği kapıcı hürmeti, diğerinin üstten bakışı değişmiyordu.
Sonra sıradan şeyler başladı. Okuldaki ‘erkekçe’ dövüşmeler, Constantino’nun gücünü ortaya çıkarmıştı. Büyüyorlardı...
On yedi, on sekiz yaşında erkeklerdiler... Şehrin sunduğu hazların peşine düştüler. O hazlarda birleşip, arkadaş oldular.
Erkek erkeğe romantik danslar ettiler, şarkılar söylediler. Neredeyse eşcinsel gibi davranıyorlardı.
Sonra hatırladılar... Birbirlerine, “Biz ibne değiliz” demeye, kızlarla takılmaya başladılar. Ve birbirlerini kıskanmaya... Hırslandılar.
Guido’nun içinden onu dillere düşürmek geliyordu. Herkese o iriyarı bedenin, o erkeksi havanın altında aslında rahiplerin gölgesinde büyümüş bir ‘nonoş’un saklandığını haykırmak geliyordu.
Sonra bir gün her şey oluverdi. Constantino ve Guido birbirine teslim oldu. Biri diğerine “Seni ezelden beri seviyorum” dedi.
Gün gelecek, ikisi de büyüyecek ve kendilerinden emin olacaklardı. Nazikçe ayrılacaklardı. Bir gün karşılaşıp birbirlerinin sırtını sıvazlayacaklardı.
Çoluk çocuğa karışanlar oldu mesela.
Diğerinin karşısına kucağında çocuğu, yanında karısıyla çıkan Constantino’ydu... Ama o aşk hiç bitmedi. Guido’nun tek isteği direnebilmekti. Kolay mıydı? Yoksa bu aşk tüm son verme denemelerine rağmen yıllar sonra alevlenecek miydi?
Peki Constantino ve Guido ne seçim yapacaktı?
İKİ ERKEĞİN CİNSELLİKLERİNİ KEŞFEDİŞİ
Dublin doğumlu, Roma’da yaşayan yazar Margaret Mazzantini, romanları Sergio Castellitto tarafından filme çekilen bir yazar. ‘Sen Dünyaya Gelmeden’, ‘Sakın Kımıldama’ gibi kitapları beyazperdeye aktarılan Mazzantini, ‘Parıltı’yı 2013’ün sonlarında çıkardı. Bugünlerde Doğan Kitap etiketi ve Eren Yücesan Cendey çevirisiyle Türkçe okurunun da karşısına çıkan kitap, okul koridorlarında, yatakhanelerde utangaç bir arsızlıkla iki erkeğin cinselliğini keşfetmesi üzerine.
İnkâr süreçleri, toplumsal baskı, isyan, boyun eğme... Sonunda gelinen nokta, kitabın arka kapağında tırnağın içine girmiş bir özlü sözde: “Hayat, inan bana, yitirilmiş umutlar demeti, kokusu uçup gitmiş bir mimoza nakışı değildir; hayat bitmez tükenmez parıltısıyla şaha kalkar ve dörtnala koşmaya devam eder...”