Güncelleme Tarihi:
Yazarlığı kadar siyasi etkinlikleri ile de tanınan Arundhati Roy, 1997 yılında yayımlanan ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ ile büyük bir çıkış yakalamış, satış rekorları kıran bu romanıyla Booker Ödülü’nü de kazanmıştı. İsmini farklı alanlarda hem de gür bir biçimde duyurmasına rağmen beklentilerin aksine edebiyat kariyerini sürdürmedi. Başka meselelerle meşgul olan Arundhati Roy son yirmi yıl içinde yaptıklarını şöyle özetlemişti: “Ekolojik felaketleri protesto etmek için eylemler düzenlemek”... Bunun yanı sıra kapitalizm ve savaş hakkında çok sayıda makale yayımlayan, Hindistan’daki kast sistemine ve Hindu milliyetçiliğine karşı mücadele eden, Keşmir’in bağımsızlığını savunan Roy edebiyat dünyasına yeni bir romanla geri döndü: ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’.
Yirmi yıl önce yayımlanan ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’nda, Hindistan’da “kişisel umutsuzluğun asla yeterince umutsuz olamayacağını” yazmıştı, çünkü umutsuzluk yaratan olaylar -toplumu ve bireyi felce uğratan tarihi barbarlıklar; sömürgeciliğin ve bölünmenin kanlı politikaları, dini mücadelelerin şoke edici şiddeti, kast ve sınıf önyargıları, kesif bir yoksulluk- bitmeyecekti... Ne var ki ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’nda bireysel -biraz da özel- kayıplara odaklanmıştı Roy; doğup büyüdüğü köyün günlük ritmi içinde bir ailenin nesillere yayılan hikâyesini anlatıyordu. ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nda da bireysel trajediler var ama bu kez öne çıkan sadece bir ailenin değil bütün bir ulusun acılar, çatışmalar ve çalkantılarla dolu tarihi. Bu tarihin içinden yansıyan insan manzaraları...
GEL DE CENNETİ GÖR
Dünyaya Afitab adıyla gelen Encüm ile başlıyor hikâye. Encüm bir ‘hicra’. ‘Hicra’, yani ne erkek ne kadın, doğuştan iki cinsiyetli bir insan. 1950’lerde Müslüman bir ailenin ilk ‘oğlu’ olarak doğan, kadınlık organı önce gizlenen, sonra ilaçlarla bastırılmak istenen, bu nedenle bedeni sakatlanan, en sonunda evden kaçarak kendisi gibi insanların -hicraların ve eşcinsellerin- yaşadığı bir eve sığınan Encüm’ün inişli çıkışlı hayat hikâyesi romanın ilk bölümünü oluşturuyor. Encüm ve arkadaşlarının zorluklara ve aşağılanmalara -birbirlerine dayanarak- katlandıkları hayatlarını o döneme damgasını vuran tarihi olaylarla iç içe geçirmiş Roy. O olaylar ki bireylerin kaderlerini derinden etkiliyor. Encüm’ün hayatı da böyle bir olayla seyrini değiştirecektir. Çıktığı yolculukta bir katliamın ortasında kalacak, dövülecek, aşağılanacak, saldırganların elinden canını zorlukla kurtaracaktır. Bu olayın şoku ve utancıyla her şeyden elini eteğini çeken Encüm bir mezarlığa yerleşir. Burada kurduğu derme çatma baraka dış dünyanın şiddetinden kaçıp sığınacak yer arayanlara -din, dil, ırk, kast, cinsiyet farkı gözetmeyen- sığınak olacaktır...
Encüm’ün maruz kaldığı linç vakasının ardından hikâyenin coğrafyası değişiyor ve şiddetin merkezine doğru bir yolculuk başlıyor. Hindistan ve Pakistan sınır hattındaki Keşmir’deyiz. Elbette Batılı okuyucuya Doğu’nun cennet köşelerini tanıtan bir reklam broşürü değil Roy’un yazdığı. Dünyanın en güzel vadilerinden Keşmir’in cihatçıları, komünistleri, işkence ve cinayetleri alışkanlık edinmiş emniyet güçleri, birbirine düşman halklarıyla nasıl bir cehenneme dönüştüğünü paralel bir hikâye kurgusu içinde anlatıyor. Olayların dökümünü yapmak biçiminde değil; Keşmir’in tarihi, romana yeni katılan bireylerin hayatlarının içinden geçerek görünürlük kazanıyor. Böylelikle arkadaşlıkları üniversite yıllarına uzanan bir kadın -Tilo- ve ona âşık üç erkeğin, her biri farklı yerlere savrulan dört arkadaşın hikâyeleri katılıyor romana. Tilo ve Musa’yı Keşmir direniş mücadelesine, Biblap Dagsupta’yı derin devlet hizmetine, Naga’yı ateşli bir devrimcilikten dönek bir kanaat önderliğine sürükleyen ve hepsinin kaderlerini kesiştiren Hindistan’ın hüzünlü hikâyesini anlatıyor Arundhati Roy.
YAZARIN ÖFKESİ, ANLATININ ŞİDDETİ
Nâzım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okumuş mudur Arudhati Roy, bilmiyorum. Ama romanına Nâzım’dan aldığı bir dize ile başlamış: “Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte/Yani yürekte...”
Hikâye bu dizelerin izinden giderek yürekli insanların hayatlarına odaklanıyor ama asıl yürekli olan Arundhati Roy’un kendisi. Hindistan’ın 60 yıllık tarihini çok sayıda roman karakteri üzerinden canlandırırken Batılıların Doğu’ya, özellikle Hindistan’a duyduğu -oryantalist- hayranlığı paramparça edecek bir tablo sergilemiş. Hindistan’ın turistleri cezbeden görüntülerinin arkasındaki dehşeti okuyuculara da yaşatacak bir çıplaklıkla teşhir ediyor. Yazının girişinde Roy’un son yirmi yılını Hindistan siyasetinin kirli yanlarına karşı mücadeleyle geçirdiğini belirtmiştim. Bu bilgi birikimini romanına yansıtmasını bilmiş. Modern Hindistan’ın panoramik manzaraları, gündelik hayatın gidişatına etki eden sosyal, siyasi, dini ve kültürel sorunları, 1984’teki Bhopal zehirli gaz felaketini, 2002’deki Gujarat ayaklanmalarını, bitmek bilmeyen etnik katliamları roman kişilerinin hayatlarına yedirerek katmış romanına. Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var. Roy’un kendi ifadesiyle “Bu kaç kişinin nerede öldürüldüğüne dair bir insan hakları raporu değildir. Olanlarla ilgili yaşanan psikozu nasıl tarif edebilirsiniz? Sadece kurgu aracılığıyla.” Ve roman sonunda Tilo’nun karaladığı şiir, Arundhati Roy’un kurmaca anlayışını çok iyi yansıtıyor; “Parçalanmış bir hikâye nasıl anlatılır? Yavaş yavaş hikâyedeki herkese, hayır, hikâyedeki her şeye dönüşerek.”
Kurgu aracılığıyla resmi tarihe karşı bir bellek oluşturmuş Arundhati Roy. Önceliği Hindistan’ın çoğunluk nüfusuna sahip Hindulara veriyor ama eleştirisi diğerlerine düşmanlık besleyen bütün etnik gruplara, bütün zihniyet biçimlerine yönelik. Böyle bir fikriyattan yola çıkarak Türkiye ile ilişkilendirecek pek çok yan bulabiliriz. Okuduğunuzda hemen fark edilecek kadar açık oldukları için örneklemeye gerek duymuyorum. Sadece -bir kitle kıyımına tanık olan- bir roman kişisinin iç monoloğuna yer vermek yeterli olacaktır:
“Beni sarsan tek şey, kendi itidalim karşısında hissettiğim sarsıntıydı. Olup biten her şeyin aptallığı ve beyhudeliğinden tiksiniyordum, ama her nasılsa bunu yüreğim kaldırabiliyordu. Belki içinde büyüdüğüm şehrin vahşetlerle yoğrulmuş tarihine aşina olmamla bir ilgisi vardı. Sanki Hindistan’da yaşayanlar olarak hepimizin yakından bildiği ve varlığını daima hissettiği ruh bir anda kükreyerek ve derinlerden yükselerek, tam ondan bekleyeceğimiz bir şekilde tecelli etmişti. İştahını dindirdikten sonra da yeraltındaki gizli inine çekilmiş ve normal hayat yine üstünü örtmüştü. Gözü dönmüş katiller pençelerini içeri çekip memur, terzi, tesisatçı, marangoz, esnaf olarak her zamanki işlerine, hayat da eski haline dönmüştü. Dünyanın bu bölümünde normallik biraz haşlanmış yumurtaya benzer; her zamanki dış kabuğu aslında yaman bir şiddetten oluşan sarı özünü gizler. Bizim gibi karmaşık ve farklı bileşenlerden meydana gelen bir halkın bir arada var olmayı sürdürebilmesinin -birlikte yaşamayı sürdürmemizin, birbirimize tahammül etmemizin ve arada bir birbirimizi öldürmemizin- kurallarını o şiddetten duyduğumuz daimi endişe, onun geçmişteki icraatlarının anısı ve gelecekteki tezahürlerinden kapıldığımız korku koyar.”
Batılı kitap endüstrisinin Doğulu yazarlardan beklediği ‘büyülü’ bir anlatımı yok ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nın. Roy, satış garantileyen masalsı bir Hindistan destanı kaleme almamış. Egzotik manzaralara, gizemli sırlara, şifacılara, simyacılara da yer vermemiş. Tersine, Batı romanını yükselten 19. yüzyıl yazarları gibi toplumsal gerçekleri bütün kirli halleriyle ortaya koymuş. Kurgu açısından tartışılabilir belki ama ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’ gerek edebiyat ve gerçeklik ilişkisi gerekse yazar kimliği açısından
çok önemli bir roman.
MUTLAK MUTLULUK BAKANLIĞI
Arundhati Roy
Çev.: Suat Ertüzün
Can Yayınları, 2017
480 sayfa, 33,50 TL.