Güncelleme Tarihi:
Sergio Chejfec, 1956 yılında Buenos Aires’te, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1990’dan 2005’e kadar Venezuela’da yaşadı; burada siyaset, kültür ve sosyal bilimler dergisi olan Nueva Sociedad’ı yayımladı. İngilizceye de çevrilen romanı ‘Mis dos mundos’ (Benim İki Dünyam), 2013’te Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü’nün uzun listesine seçilmişti. Chejfec, halen New York Üniversitesi’nde İspanyolca yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.
HİKÂYESİZ ROMAN
Kitabın başında ünlü İspanyol yazar Enrique Vila-Matas’ın ‘Benim İki Dünyam’ hakkındaki izlenimlerine yer veren sunuş yazısı, az sonra okuyacağımız metne ısınmamızı sağlıyor. Isınmamız dedim, zira hikâyeden ziyade dili, üslubu, anlatma şehvetini gözeten romanlara pek de alışık değiliz. İçine girilmesi zordur böyle romanlar; çekip götürmez okuyucuyu, düşünmeye ve anlamaya zorlar. Buna karşılık -niyeti öyle olmasa bile- her romanın bir hikâyesi vardır, elimden geldiğince özetlemeye çalışacağım:
50’li yaşlardaki anlatıcı, geçmişe dair bir anısını -bir zamanlar Brezilya’nın güneyindeki büyük bir şehre yaptığı yolculuğu- anlatıyor. Katıldığı konferanstan çıkmış, kitap fuarını ziyaret etmiş ve daha önce gitmeyi hedeflediği büyük bir parka doğru yola koyulmuş... Bu verilerden anlatıcının bir yazar olduğunu anlıyoruz.
Burada kısa bir mola verelim: Chejfec, romana mekân olarak Brezilya’yı seçtiğini, zira Brezilya’nın hem Latin Amerika’nın geri kalanından kültürel ve dilsel açıdan farklı hem de içinde kaybolacak ve kendi içindeki farklılıkları yansıtacak kadar büyük bir ülke olduğunu söylemiş. Bu özellikleriyle adı verilmeyen Brezilya şehri, anlatıcının fiziksel yolculuğuna eşlik eden zengin zihinsel çağrışımlar üretmesine katkıda bulunuyor.
Hikâye işte bu yolculuğun hikâyesi. Ama bir yerden bir yere varmanın, kaybolmaların, sokakların, evlerin, insanların, araçların değil; merceğe her düşen görüntünün bir imgeye dönüşmesinin, zihindeki çağrışımların, anlatıcının kendi durumunu, kimliğini, varoluşunu sorgulamasının hikâyesi. Öyle ki mekân bu şehir olmaktan çıkıyor, önceki seyehatlerin çağrışımıyla Avrupa’ya kadar uzanıyor. Mekânla birlikte zaman da genişliyor, anlatıcının gençlik çağları katılıyor hikâyeye.
Parka ulaştığında, “Sınırları belirlenmiş bir alana kapatılmış doğanın eşkâli bu kendi halinde gezgini heyecanlandırıyor, içinde kuğu biçiminde gemiler, tutsak alınmış kuşlar, balıklar, kaplumbağalar olan bu yarı terk edilmiş parkta kendi eksik durumuna dair işaretler, herhangi bir özgünlüğün imkânsız olduğunun kozmik bir kanıtını görüyor.” İşte bu kanıtlar onu yazarlığını sorgulamaya götürür. Artık bir yazar olmaktansa bir yazar olmayana dönüşmek isteyen anlatıcı, “Hikâyenin kendi imkânsızlığı ya da daha kötüsü, kendi faydasızlığı içinde çözülüp kaybolmaya dair bir arzu” duymaktadır.
DALGINLIĞIN SOSYOLOJİSİ
Anlatıcı yazarın edebiyata bakışı, Sergio Chejfec’in bu romandaki kurgusunun sırrını barındırıyor. Hikâyeyi dil ve bellek içinde eritmeye çalışmış Chejfec. Hakkındaki yorumlardan bu yöntemin yazarın karakteristiği olduğunu öğreniyoruz. Gevşek kurgulu romanları, anımsamalar yoluyla birbirine bağlanan anlatı parçalarından oluşurken siyasi şiddet, Yahudi-Arjantin kültürü ve tarihi gibi temalar ağır ilerleyen bir tempo içerisinde ortaya dökülüyor. Chejfec romanlarında temalar hikâyenin kendisinden çok daha önemli.
‘Sunuş’ yazısında Enrique Vila-Mata, ‘Benim İki Dünyam’ı modern romanın güzel bir örneği olarak selamlarken Chejfec’in referans noktalarını Avrupalı yazarlardan aldığını söylemiş.
Sergio Chejfec’in referans noktalarının başında Joyce’u sayabiliriz. Joyce’un ‘Ulysses’i anlatıcı Bloom’un Dublin sokaklarındaki uzun yürüyüşünün romanıydı. ‘Benim İki Dünyam’ın anlatıcısı ise bir Brezilya kentinin sokaklarını arşınlıyor. Ama onları birbirine benzeten yürüyüşleri değil, karakter özellikleri, özellikle de dalgınlıkları...
‘Benim İki Dünyam’ın anlatıcısı maddi dünyası ile düşünce dünyası arasındaki sürekli gerginliğin sonucu bölünmüş bir varoluşa sahip. Yaşadıklarından ve insanlardan rahatsız, huzursuz, sürekli kendi tercihlerinden söz ederek dış dünyayla etrafına kalın sınırlar çizen -biraz Oğuz Atay tiplerini andıran- bir karakter. Joyce’un kahramanı gibi, Chejfec’in anlatıcısı da gören ama ayırdına varmayan, sadece kendi içine kapanmış bir gözle bakıyor dünyaya.
“Bende şeylere karşı aynı anda hem bir ilgi hem de bir ilgisizlik uyandıran bir tür hipnoz altında yürüyordum. Bir yandan her şeyi tanıma arzusuyla doluydum, bir yandan da her şeye boş veren bir uyuşukluk içindeydim. (...) İnsanlara onları görmüyormuş gibi bakıyorum, binaların cepheleri, sokakların ya da caddelerin derinlikleri konusunda da aynı şey oluyor.”
Modern insanın içine düştüğü durum tam da budur; artan farkındalık yerine artan bir dalgınlık. ‘Ulysses’teki Bloom’un zihni 20. yüzyılın reklamlarıyla çarpılmıştı. Chejfec’in anlatıcısı 21. yüzyılın internet teknolojisine bağlıyor zihinsel dağılmasını. Ama çıkış yolunun da farkında; “Başka hiçbir şey yapmadan yürümek... Hedefsiz değil, modern insanın büyüleneceği haliyle tesadüfün ve güzergâhın sunduğu yeniliklere dikkat kesilerek değil; onun yerine, haritaları bile test edecek kadar uzak, neredeyse ulaşılmaz ya da erişilmez hedeflere yürümek.”