Güncelleme Tarihi:
Çağdaş İngiliz sanatının Kraliçe Elizabeth tarafından 'Şövalyelik' ünvanıyla kutsadığı heykeltıraş Anthony Cragg, 11 Kasım tarihine değin İstanbul Modern'in Beyoğlu'ndaki geçici mekânında eserlerini bizlerle paylaşacak. Yaşamı ve çalışmalarını halen Almanya'nın Wuppertal kentinde sürdüren sanatçı, Ferko, Birleşik Krallık İngiliz Başkonsolosluğu ve British Council katkılarıyla düzenlenen sergisinde, 1980'lerden günümüze uzanan ve farklı estetik ile malzemeleri harmanladığı özgün heykelleriyle yer alıyor. Küratörlüğünü İstanbul Modern Genel Direktörü Levent Çalıkoğlu'nun üstlendiği sergi, sanatçının 'Erken Biçimler' ve 'Akılcı Varlıklar' gibi serilerini de içermesiyle dikkat çekiyor. Cragg, Hürriyet'e verdiği söyleşide, "Diğer sanatçıların 'çözümleriyle' ilgilenmedim. Sadece doğa ve benim algıladığım türüyle insan eylemine, bir kaynak ve malzeme olarak yoğunlaştım," diyerek kendine doğru çıktığı keşfin altını çiziyor.
Eserlerinizin aydınlık ve karanlık ile madde ve şeylerin varlığı arasında her daim bir münakaşa ve tansiyon ürettiği fikrine ne dersiniz?
Işık ve karanlık... Tabi, elbette. Dünyada nereyi görürsek görelim, bu, ışığın şeylerin yüzeyine dokunduğu ve bizlerin gözlerine eriştiği bilgisi üzerinedir. Ardından, beyinlerimiz bu tecrübe üzerinden kimi fikir ve etkilenimler ortaya çıkarır, dolayısıyla ışığa gereksinim duyarız. Ama ışığın da karanlığa ihtiyacı vardır. Bu sebeple her ikisi de birbirine iltifat eder. Dünyamızda bunun da dışında ‘görme biçimleri’miz olur, şeylerin kokusunu alırız, onlara dokunuruz, onları işitiriz, her daim maddi dünyayı özümseme süreci içinde oluruz.
İşleriniz, daha ortaya çıkmadan kendi kendileriyle ‘oyun’ ve hareket içinde gibiler, bu da sizin onlar üzerinden normlarla, formlarla oynamanıza ve kimi ‘reform’lar yapmanıza vesile oluyor ve biz de tam bu ana tanıklık ediyoruz diye düşünebiliriz, fikriniz nedir?
Bu kaçınılmaz bir durum... Atölyede çalışır vaziyette iseniz, hatta bir desene bile kalkışmışsanız, diyelim bir kâğıt varsa elinizde ve üzerinde iki nokta mevcutsa doğrudan bir çizgi çekebilirsiniz, bunu burgusal da yapabilirsiniz, ikili burgusal ya da çizgi kâğıt boyu sürebilir, tüm evreni kat edebilir... Ve aniden, boşluk/uzay içinde iki nokta çizmenin, sonsuz sayıda ihtimal içerdiğinin ayırdına varırsınız. Geldiğiniz bu aşamanın farklı bir telaffuzunu, diyelim ki 10 kilogram kil ile yapıp yapmayacağınızı düşünmeye koyulursunuz. Aslında, neler yapabileceğinizin belli bir sınırı yoktur. Maddeye, kendisinde mevcut ‘tayin edici anları’ ayırt edebilmek adına bakarız. İşte heykelin/ bir heykeltıraşın ettiği, budur.
Doğanın bizatihi kendisi sizin için bir ‘muse/ilham perisi’ mi, yoksa bir nevi yaratıcı erozyon kaynağı mı Bay Cragg?
İlham perisi? İlginç bir soru. Doğa, hiç kuşku yok ki bir ‘kaynak’. Maddenin, tabiatın, gezegenin bünyesinde taşıdığı o engin içerik ve biçim ‘kataloğu’ bizi kendi evrimimizde salt fiziksel olarak yaratan şey değil, aynı zamanda kendi ihtimallerimiz ve kabiliyetlerimiz dahlinde bizleri biçimlendiren bir şey de. Dolayısıyla kuşku götürmez biçimde, evet doğa en tayin edici kaynak olarak alınabilir.
Sergilerinizi düzenlerken belli peşin hükümlerle mi yola çıkarsınız? Zira yapıt ile izleyici, zaten daha ilk andan itibaren birbirine iki yabancıdır ve siz bu noktada kendinizi bir nevi arabulucu gibi mi hissedersiniz?
(Gülüyor) Bunu yanıtlamak zor... Ya, aslında gerçekte pek de öyle dobra olmam. Asıl meşguliyet ve takıntım, kendi içimde maddeye, biçime dönük algım olur. Erişebildiğim hareket ve tutkuları madde refakatinde görebiliyor olmaktan bahsediyorum. Evet, yaptığım şeyin kamusal/halka açık olduğunun ayırdında oluyorum. Ancak yapım sürecinde bunun üzerinde düşünmemeye özen gösteriyorum. Bu yüzdendir ki ikisi birbirinden tamamen ayrılıyor bende: Birinci safha atölyemde çalıştığım esnada oluşuyor. Bu sırada, kendi ihtiyaçlarım ve geçmişime yoğunlaşabilmek adına, kafamda başka hiçbir şey veya bir alıcı olmadığı ihtiyaç ve fikrinde oluyorum, ki en iyisi de bu.
Zaman ve maddenin sabrına ne kadar güvenirsiniz?
Benim için her daim var olan, madde/malzeme. Ben, sen, etrafımızdaki her mefhum bir madde/malzeme. Madde/malzemeden başka bir şey bildiğimiz yok. Hislerimiz, zekâmız, kabiliyetlerimiz dahi böyle. Dolayısıyla malzeme her şeydir ve bu konu tam da heykelin konusudur. Bu yönüyle ben, madde/malzeme olmasa nerede olacaktım ki! Heykel günümüzde, öyle doğada mevcut bir şeyi kopyalamak değildir, bilakis heykel, maddi dünya üzerine -ancak bilim adamlarının yaptığı türde olmayan- neyin manalı olduğu ve bizler adına nelerin değer taşıdığı üzerine yoğunlaşılan bir çalışmadır.
Eserlerinizin kavramsal genetiğine baktığımız vakit, gölge, merak ve kaidesizliğin belli yeri olabilir mi? Çünkü bilebildiğim kadarıyla eserleriniz, belli ‘kaideler’ üzerinde yükselmeyi de sevmiyor gibi...
Basitçe, baktığımda gördüğüm şu: Bizler madde ile giysiler vesaire yapıyoruz. Ancak maddeyi son derece tekrarcı ve vasat kullananlar da bizleriz. Yalnızca heykeldedir ki, bunu kullanmanız mümkündür, çünkü maddeyi, heykelde bir tasarım ‘işlevselliğinde’ görmez, tecrübe etmezsiniz. Yalnızca heykelde yeni biçimler, yeni anlamlar ve diller, özgürlükler bulmanız olasıdır. An gelir, mevzu espasla/uzamla/boşlukla ilgili olur, dahası bunu geçtim, an gelir mevzu kafamızın içinde neler olduğuyla ilgilidir. Bununla öyle çok da biçimsel bağlamda ilgili biri değilim, aslen ben, daha ziyade biçimin akıllarımızda vesile olduğu etkilerle ilgileniyorum.
İzleyicilerinizden, eğer onları gözlemliyorsanız, çıkardığınız dersler olur mu?
İnsanların ne beklediklerinden ziyade, neyi keşfedebileceğime odaklandığımdan, doğrusu bununla ilgilenmem. Ama bunu, ötekilerle paylaşabilme ihtimalimi göz önünde de tutar ve bu konuda kendimi çok şanslı addederim. Bunu, insanlardan almayı beklediğim bir şey olarak değil, halihazırda edindiğim, 'verili' bir şey olarak tecrübe ederim. Bunu, Dünyaya baktığım zaman gördüğüm, maddenin mevcut yetersizliğinden edinirim. İnsan varoluşu için en yaygın keder kaynaklarından biri de, Dünyanın bir mucize olduğunu unutmuş olmalarından ileri gelir. Günlük yaşamlarını süren insanların bir çoğu, yalnızca günlük ekmekleri, aileleri ve varoluşlarını mümkün kılacak emeklerinin derdine düşer, ama unuttukları şudur: Dünya, ne inanılmaz bir yerdir. Ve bunu, bu varoluş bilgisi ile bilincini edinecek tepkisel zekâmızın halihazırda bizimle olduğudur. Bence İnsan varoluşunun en hüzünlü meselesi budur. Bizler sadece hayatta kalmaya çalışır dururuz ama, nerede olduğumuzla, kim veya ne olduğumuzla ilgili vizyonumuzu düşünmeye hiç yönelmeyiz.
Peki sanat tarihine karşı bir sorumluluk taşıyor musunuz?
Gençliğimde minimalist akımdan ve kavramsal sanattan etkilenmiş biri oldum. Öyle ki bu iki unsurdan başka bir şey düşünemez hale gelmiştim. 1972'de ilk defa bu yolda ilerlemek istemediğimin ayırdına vardım. Çünkü o sırada 'Dünya sanat tarihinin tamamen durduğu' izlenimine kapılmıştım. Bunun akabinde kendi eserlerimi ortaya koymak adına, doğaya ve jeolojik yapılara daha detaylı, etraflıca bakmaya yöneldim. Ardından, tabii elbette tarih mefhumu benimle oldu, biri kişisel tarih, öteki ise genel sanat tarihi idi ve her zaman bu paralel varoluşu yaşadım. Etrafıma, eserlerimin konusu veya içeriği üzerinden bakmadım. Sanat tarihini de bu şekilde kullanmadım. Diğer sanatçıların 'çözümleriyle' ilgilenmedim. Sadece doğa ve benim algıladığım türüyle insan eylemine, bir kaynak ve malzeme olarak yoğunlaştım.
Özel bir mesajınız var mı bize?
Burada harika dostlarım ve öğrencilerim oldu. Buraya çok sık gidip geliyorum ve çok hoşlanıyorum. Şunu söyleyebilirim. Benim ilgim uluslara değil, bireylere yönelik. Sanırım herkes gururlu olma ve tutku bağlamında, nereye aitse o köken ve kültürle yaşamaya dair olumlu ilişkiler kurma hakkına sahip. İnsanlar için en iyisi ve önemlisi de bu. Bireysel nitelik, tavır ve hislerin, örneğin bir milliyetçilikten daha önemli olduğunu söylemem zannediyorum yeterli olacak.
Anthony Cragg’in Levent Çalıkoğlu küratörlüğünde ve Ferko sponsorluğunda açtığı ‘İnsan Doğası’ başlıklı sergisi 11 Kasım’a kadar İstanbul Modern Geçici Mekân’da görülebilir. Meşrutiyet Caddesi, No: 99, Beyoğlu