Güncelleme Tarihi:
Böyle şairler de var ve onların varlığı da şiirin nasıl yaşadığına dair ince bir hatırlatma. Şiir böyle yazılmalı diyenler kadar şiirin sürekliliğini yalnızca yazmakta değil yaşamakta, toplamakta ve zaman zaman buluşturmakta bulanlar da şiir böyle yaşanmalı demeden yaşayıp yazıyorlar.
Pelin Özer’i de bu uzun yolda sessizce yürürken görenleriniz vardır. Az ama çeşitli kitaplarıyla, güzel bir klişe olarak ‘dünyayı hafif adımlarla geçiyor’. O geçiyor, ben de her şeyi şiire sayma hastalığımdan usulca vazgeçiyorum. Her şey şiir olmak zorunda mı? Pelin Özer’in kitapları da kaynağını şiirden alıp sonra kendi yazgılarını süren kitaplar, romanı ‘17 Haziran’, haikuları ‘Cam Kulübeler’, metni ‘Beyaz Ev’, doğaya saygısı ‘Latife Tekin Kitabı’, önceki yürüyüşünün hasadı ‘Atlasın Bir Ucunda’, Özer’in yürüyüşünde ona eşlik eden arkadaşları.
Şiirle nasıl yürüdüğümüz de belli olur yazdıklarımızdan. Belli olmalı, değil mi? Yoksa niye şiir olsun? “Bir yürüyüş eyleyelim” dediğimizde bazen bizden evvel şiir çıkar yola, bazen bizimle, bazen sonra. Şiir hali, insanın halidir çünkü ve onun yürüyüş hali. Bu hal Özer’in şiirinde onunla birlikte güzel bir yazgı olarak yürür: “Hem/Nereye/Dönebilirsin ki/Yüzünü/Okşayışını/Esirgemeyen/Güneşten başka”.
Pelin Özer bir doğa şairi mi, bir ev şairi mi, hatırlamaların, acıların, inceliklerin... Her insana içkin dünya hallerinin şairi o. Oluş ve akış içinde olunduğunun ince gözlemleri, izlenimleri, izleri, sesleri, sessizlikleri ve anılarıyla varlığın sürekliliğini işleyen bir şiiri var. Dünyanın tam ortasındayken bile kendini kıyıya çeken bir şiir. Kendi varlığını değil yalnızca dünyayı da dünyadan gözeten bir anlayışın şiiri.
Yolda yazılmış, yürürken rastlanmış, bakarken göze çarpmış, dinlerken çınlamış, susarken dile gelmiş, rüya içindeyken yazılmış şiirler. Dünyayı gezmiş de eş dost ‘bize ne getirdin’ demese de, umar ya, dünyadan bu şiirleri toplamış, çoban armağanı olarak getirmiş, çoban armağanı şair armağanıyla bu şiirde aynı şey demeye gelir bence, gecenin çobanları da vardır, şiirin çobanları da!
Bazen dünya çölünde bazen ‘kar yangınları’nda yazılmış, önce büyük bir nefes alıp nefesini uzuuuuun uzun tutmuş, sonra da yavaşça bırakmış gibi şiirler. Huzurlu değil ama dinginlik içinde. Bilmediğimiz kentlere giderken yanımıza gezi kitapları alırız ya, Pelin’in kitabı da bir bakıma öyle ama, küçük bir farkla, dünyaya çıkarken yanımıza alacağımız bir kitap... dedim ve yazının burasına dek adını yazmadığımı fark ettim, ‘Liya Lu’ (Ayrıntı, 2021).
İnsan şiirle gezer ama şiir de gezer, ‘Liya Lu’ ikisine de yakın. Açılışı 2004’te yapıyor, ‘En Eski Masal’la. Dünyayla bu kadar hemhal bir şiiri en son Sami Baydar’da okumuştuk, onun da dünyası şiirdi, şiiri de dünya, Sami’deki dünyadan incinme ve incitme korkusunun yerini, Pelin’de doğaya, tene, hayvana, zamana duyduğu derin yakınlık alıyor.
Bir şiirinin adı gibi tıpkı, ‘Birden Fazla Dünya’ var onda. Günün, gecenin, tenin, rüyanın, dansın, taşın, “Dünya dillerini bilmiyordum/Yalnız kuşlar konuşuyordu benimle” dediği kuşların dünyası. Bir de ‘Tanrı Yazı’ var tabii, yeryüzüne, taşların, kuşların, ağaçların, rüzgârların arasına karışmayı düşleyen tanrının yazısı. Düzyazı şiirin de sanki bir nefesmiş gibi üflendiği. İnsandan çok tabiatla neşelenen bir tanrı, hatta şiirle bile neşelendiği söylenebilir onun. Hepimiz yedinci günde yaratıldık, tanrı da, ama Pelin daha ‘Birinci Gün’den bize bizden haber veriyor: “Kendinden habersiz canlılar/Nasıl bir varlığa bürünürlerse/Onun yokluğundalar”.
Şair burada ne demek istiyor? Pelin Özer aslında şiirin tanımını da yapmış, ‘Bahçe çalışması’ demiş. Belki de dünyada şiirin yeri bahçedir, şiir yazmak, okumak, duymak, düşünmek de bir ‘bahçe çalışması’dır. Kim dinler derseniz, ‘Ağaçlar Meclis’ demiş şair ona da: “Kendin bile inanırsın kökleri duyduğuna” deyişinden belli.
‘Liya Lu’nun bir de arkakapak yazısı var ki, şiir diye onu da koy kitabın içine, ister oku ister gözlerini yum ben okuyayım, onu dinleyince kendini şiir olarak uyanmış bulursun! ‘Seslerin şarkılı akışını duymuş’ bu kitap, hepimizin elinden tutsun!