Güncelleme Tarihi:
‘Mutlu Son’ isimli bir bölümle başlayıp başlangıca işaret eden bir bölümle bitiyor ‘Uyku Sersemi’. Her şeyin zamanda bir sarkmayla yahut bizim zamandan sarkışımızla başladığını söyleyebilir miyiz?
Evet, zaman romanın önemli mevzularından. Dünün ve bağlantılı olarak yarının kaybolduğu bir ortamda, kesintisiz bir şimdiki zaman içine hapsolan bir karakter var merkezde. Roman içindeki, anlatılan zamanda da bir döngüsel yapı var. Sona doğru ilerledikçe başa döner gibi. Ama dönülen yer tam da aynı yer değil. Bu döngü, romanın ana teması olan kentsel dönüşümle de bağlantılı. Geniş bir tur atıp aynı yere döndüğümüzde etrafımızı tanıyamıyoruz.
Kahramanımız tarihi mekânlar izleğinde bir İstanbul kitabı yazmaya çalışıyor. Ama mekânlar bir bir kapanmaya başlayınca, İstanbul, kitabın yazılmasından bile daha hızlı bir biçimde eriyip yok oluyor. Sen bu romanı yazarken, bahsi geçen mekânlar roman bitmeden kuruyup giderse diye endişe ettin mi?
Aslında böyle bir endişem olmadı. Zaten kapanmış olan yerleri düşündüm genellikle. Ama romanı yazdığım yaklaşık üç yıllık süre içinde sayısız yer kapandı, yıkıldı veya taşınmak zorunda kaldı. Her şehir zamanla değişir, dönüşür. Bu son derece normal. Ama bizim yaşadığımız pek normal değil sanki. Tiyatro dekoru gibi değişiyor her taraf.
‘Doğa Tarihi’nin en kritik noktalarından biri kahramanın elindeki kısıtlı parayla sevdiği grubun albümünü mü yoksa tişörtünü mü alacağına karar verdiği andı. ‘Uyku Sersemi’nde de çocukken kendisine alınan He-Man figürünün yanına koyacağı eşlikçi figürü seçerken bir tür ikileme düşüyor kahraman. He-Man’in düşmanını seçiyor ve ömür boyu sürecek bir savaş başlıyor galiba. Ne dersin?
İlginç bir karşılaştırma. İkisini yan yana düşünmemiştim hiç. ‘Doğa Tarihi’ndeki o karar anı çok daha belirleyiciydi tabii. Küçücük bir kararın kartopu gibi büyüyen devasa sonuçlarını okuyorduk roman boyunca. He-Man’in yanına ikinci figür hakkını İskeletor’dan yana kullanan karakterin seçimiyse roman içinde daha küçük bir olay. Ama belki de zannettiğim kadar küçük değil. Bu soru bana bunu düşündürdü.
Erkek adamlıktan bahsetmişken, sık tercih edilenin aksine, kadın karakterlerine kenar süsü muamelesini reva görmediğin için sana teşekkür etmek lazım. Elif, Kahraman’dan bile daha kahraman. Sahi, kara anlatın içinde tatlı tatlı tozutan Kahraman Kara, kendi hayatının kahramanı olamayışını sence neye borçlu?
İronik bir isme sahip olan Kahraman, gönüllü bir kaybeden, melankolisinden zevk alan tipik bir tutunamayan değil aslında. Çalışkan, bir işe yaramak isteyen bir genç. Ama çevresinde olup bitenler nedeniyle adım adım bir kaybedene dönüşüyor. Olup biteni fazla da sorgulamıyor aslında, olup bitenin içinde savruluyor. Sorgulama kısmını okura bırakmayı tercih ettiğim için karakterin böyle olmasına özen gösterdim.
Kahramanımızın cep telefonunun ekranında gittikçe büyüyen bir çatlak var. Sosyal medyanın ve yeni ilişki biçimlerinin hayatlarımızda açtığı yarık bağlamında o çatlaktan içeri sızan ne?
Çok sevdiğim metafor kullanımı konusunda kendimi nispeten dizginlemeye çalıştım bu romanda. Ama telefonun siyah ekranında büyüyen o çatlak epey belirgin bir metafor. Sadece iletişimsizlik değil ama. Kahraman, telefonunu hem iletişim kurmak, hem sosyal medya üzerinden dünyada olup bitenleri öğrenmek hem de işi gereği görüşmeler yaparken ses kaydı almak için kullanıyor. Ve çatlağın büyümesi hepsini etkiliyor.
HAFIZA, POLİTİK BİR GÜÇTÜR
Metaforlarını seviyoruz, elini korkak alıştırma lütfen. Romanın pek sevdiğim bir yerinde yedi dakikalık bir yol bir buçuk saatte yürünüyor. Peki gittikçe artan ve artışıyla manasızca gurur duyduğumuz hızımız bizi nelerden alıkoyuyor?
Dönüşen kentte hep bir yeninin peşinden koşma hali var. Eskisi yıkılıyor, yenisi dikiliyor. Sürekli bir yerlerde “yeni bir yaşam başlıyor”. Yavaş yürüyüş bir yanıyla tüm bu hıza ve yeni fetişizmine ters düşüyor. Kahraman yavaşlığı belki de bu nedenle bu kadar yadırgıyor.
Bir de yeşil kanepe meselesi var. Kahramanımız evini IKEA’nın tek tip mobilyalarıyla döşüyor ama sonra gidip o eski yeşil kanepeye sığınıyor. Tüketim alışkanlıklarımızla ruhsal ihtiyaçlarımız arasındaki uçurumdan düşmemiz yakın mıdır?
Eski yeşil kanepe, romanın başında karakterin uyuşukluğunu vurgulayan alelâde bir mobilyayken yavaş yavaş kaybolan geçmişin temsilcisine dönüşüyor. Kahraman’ın ayak bastığı, oturduğu her yer altından çekiliyor. Evi dahil. Sabit ve aynı kalan tek nesne, bu yeşil kanepe. Bu özelliğiyle de, anlatıcının sığındığı bir ıssız adaya dönüşüyor. Başta böyle planlamamıştım aslında ama yazarken kanepeyle dönüşen şehir arasında böyle bir tezatlık oluştu ve eski kanepe roman karakterlerinden biri olacak kadar önem kazandı. Hatta tasarımcı dostum Koray çok daha şık bir çözümle gelene kadar kitabın kapağında bile bu yeşil kanepeyi hayal ediyordum.
Kentsel dönüşüm, ruhsal dönüşüm, duygusal dönüşüm... Bir şeylerin hızla elimizden kayıp gittiği duygusu ve bunun yarattığı bir tür yetimlik hali romanı da ele geçirmiş. Geçmişle gönül bağı kurmak ve ona sahip çıkmak muhafazakârlıksa, muhafazakârlık nasıl oldu da bize kaldı?
Sorma. Romanı tasarlarken de yazarken de “Nerede o eski bayramlar” diye sayıklayan dede durumuna düşüp düşmediğimi sorguladım hep. Geçmişle gönül bağı bir yandan duygusal ve naif bir durum ama daha önemli bir yandan da politik bir tavır bence. Ve konunun politik boyutuna odaklanmaya karar verdim. Distopik kurmacaların en klasik mesajlarından biri geçmişe ait kayıtlarına erişimin, toplumun akıl sağlığı için hayati önem taşıdığıdır. Karakterin gerçeklikle ilişkisinin zedelenmesiyle kentsel dönüşüm arasında böyle bir ilişki var romanda da.
Hafıza, yani unutmamak, politik bir güçtür ayrıca. Bir insanın hafızasını kontrol eden, onu da kontrol eder. Ve hafıza yitimi nostaljiyi besler. Geçmiş ile şimdi birbirinden kopuyorsa, neden ile sonuç, yalan ile hakikat de birbirinden kopar. Sonuç olarak geçmişe sahip çıkmak derin bir konu.
Romanında da apaçık gördüğümüz gibi, hakikatle kurduğumuz ilişki zedelendikçe, kendi hayatımızın izleyicisi olduk. Rüya ne zaman başladı, nasıl kâbusa döndü ve asıl soru şu: Uyanmak mümkün mü?
Son dönemlerin en iyi müzik grubu olduğunu düşündüğüm The National, muhteşem şarkısı Fake Empire’da “Hepimiz çakma bir imparatorlukta yarı uyanığız” der. Katılıyorum.