Güncelleme Tarihi:
Denemeye hep yakınsınız. Şiirin yanında en çok mesai harcadığınız tür diyebiliriz sanıyorum. Çok iyi denemecilerimiz olmasına karşın nedense edebiyatımızda kendine çok okur çekebilmiş bir tür değil. Bu konu üzerine hiç düşündünüz mü, neler söylersiniz?
Denemeyi yazının rönesansı olarak görürüm, yazının aydınlanması ve aydınlatması: Kıvılcım, çakım, ışık, fener, mum, çerağ... Bizde sözden hikmet beklenir, oysa deneme kendicildir, sencildir, bizceleyindir, “Ben de halimce Bedreddinim” denildiğincedir. İddiacı değil, iddialı hiç değildir. Yüce gönüllü olup denemeye de gönül indirmek gerekir. Şairlerin deneme yazması aslında enternasyonalist bir tutum, emekçi dayanışması, yoksullar sendikasına üye yazılmak gibidir. Şiirlerinden ve denemelerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların uğraşı. Deneme bir anlamda da demokrasi meydanı sayılır. Fikri hür, vicdanı hürün de tam karşılığıdır. Bazen bir şiir ya da öykü gibi, bir denemenin güzelliğine de sevinç gözyaşları dökerim. Şiir gibi deneme de çok yazılıyor, ki aman ne saadet! Çok şair var diyenlere, çok şiir var, kim bunları toplayacak, daha çok şair olmalı, herkes şair olmalı dediğim gibi, dünyada yazılacak dünya kadar şey var, alın elinize kalemi, başlayın bir an önce yazmaya diyorum.
Yanlıştır ama şairin kendi köşesinde, hülyalı dünyasında kelimelerle oynaşıp durduğu düşünülür genelde. ‘Çerçöp’ tam aksini gösteriyor. Neden böyle bir algı var sizce şaire dair? Aslında bir şairin böyle olamayacağından bahsetmek ister misiniz?
Elbette o şair imgesi çok eskide kaldı. Şiirden başka hiçbir şeye elini sürmeyenler var, Dağlarca öyleydi örneğin. Onun için her şey şiirdi ve şiirden başka bir türe de gereksinim duymuyordu. 100 yılda bir belki gelen Dağlarca gibi şairler için bu geçerli olabilir ama kendini tümüyle şiir kılamamış bizim gibiler için başka yazılar da gerekli. Türkçenin önde gelen, benim de çok sevdiğim şairlerinin deneme de yazıyor olması, sevgimi ve hevesimi artırıyor: Ahmet Haşim’den Tanpınar’a, Cemal Süreya’dan Salâh Birsel’e, Enis Batur’dan Murathan Mungan, Hüseyin Ferhad, Yıldırım Türker, Mahmut Temizyürek, küçük İskender, Akif Kurtuluş, Ömer Erdem’e ve nicelerine, iyi şair, iyi denemeci deme olanağı veriyor bize.
Çok farklı konular üzerinde geziniyorsunuz kitap boyunca. Bu farklı uçları bir araya getiren, meseleleri bir kitap çatısı altında birleştiren maya nedir?
Çocukluğumda bana okumayı yazmayı öğreten alfabeyi, arkadaşlığı daha çok sevdiren mektubu ve Eskişehirli olmamdan da kaynaklanan tren sevgimi sürdürüyorum bir anlamda. İkisi deneme, biri derleme olmak üzere üç tren kitabım var, Radikal, Cumhuriyet ve Birgün’de ‘Açık Mektup’lar yazdım. Gazetede, dergide yazınca zaman zaman siparişler de gelir biliyorsun. ‘Çerçöp’ yazılarının pek çoğu sipariş yazılardır. Ev telefonu, duvar halısı, daktilo, Hazreti Ali, kapı... İnsan siparişe daha çok özen gösteriyor; terzilik gibi bir şey. Baktım hayli birikmiş, daha önce Karakarga’dan ‘Tuhafiye’ çıkmıştı, hayalhane denemeleri, şimdi de öteberi denemeleri olarak ‘Çerçöp’, üçüncü olarak da bir-iki yıl sonra, ‘Kirli Çıkı’ çıkacak!
Dil meselesine de değinmek isterim... Şiirin ve denemenin dil iklimi farklı doğal olarak; iki değişik ülke. Bu dil gezintisi nasıl bir deneyimdir?
Mektupların şiir diline yaklaştığı oluyor, bazı yazılarda da öyle. Fakat denemede daha ironik bir dil tutturmaya çalışıyorum. Tabii yazarken bir imgeye rastlarsam onu da yabana atamıyorum! O da yazıya şiirin bir armağanı sayılır. Öyle ya şiirden bile ‘beyhude’ bir iş yapıyorsun, deneme yazıyorsun, neredeyse kimsecikler okumuyor, bari şiir elinden tutsun, ‘imge kardeşliği’ olsun!
Bir diğer kitabınız ‘Nişanlılar İçin Şarkılı Alfabe’, çok keyifli bir çalışma olmuş. Kelimelerin sizdeki anlamlarını açmışsınız okurlarınıza bu kitapla. Bir ‘şair sözlüğü’ fikri nasıl doğdu?
Benimle arkadaşlık eden, yetiştirip büyütenlere karşı bir borç ödeme sayılır. Anneme, babama, babaanneme, dayıma, kardeşlerime, arkadaşlarıma, yoldaşlarıma dair hayli yazdım, çok sevdiğim şehrim Eskişehir için yazdım, bir kitapta toplayacağım, gençlik ve isyan yıllarını yaşadığım 80 öncesi Ankara’yı unutmadım. Sevgili eşim İdil’e, canım kızım Nar’a kitaplar yazdım. Çok sevdiğim yazarlar, şairler, Sait Faik, Sabahattin Ali, Dağlarca, Cemal Süreya, Gülten Akın, Behçet Necatigil için kitaplar yazdım, sevdiğim müzisyenler Neşet Ertaş ve Âşık Mahzuni Şerif için kitap yazıyorum. Giderek başa dönüyorum ve alfabe yazıyorum; deniz, yol, kutsal lezzetler, şairler alfabeleri sırada...
Çok geniş bir yelpazeye yayılıyor sözlük; anılar, siyaset, gündelik... Ama hiçbir olgu şiirden uzaklaşmıyor. Hayatı şiirle okumanın verdiği yükü merak ediyorum; açıklar mısınız?
Sözlük ya da benim yeğlediğim adıyla alfabe, büyük olanak sunuyor. Üniversitede yaratıcı yazarlık dersinde de öğrencilere final ödevi olarak alfabe yazdırıyorum yıllardır, çok hoşlarına gidiyor, hiç akıllarına gelmeyen, hiç aklıma gelmeyen alfabeler yazıyorlar. Okumayı öğrendiğimiz alfabeyi yazmak da hem güzel bir duygu hem de dile, harflere, sözcüklere borcumuzu ödemek işte. Kendimi hep, her şeye, herkese borçlu hissettiğimden olmalı, yazıp duruyorum. ODTÜ’de sosyoloji okumuştum 40 yıl önce, kendimi hâlâ mezun hissetmediğim için çalışkan bir öğrenci gibi ödevlerimi yapıp duruyorum. Bazen benim olmayan ödevleri de yapıyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum ama çabuk geçiyor bu. ‘Şiirle düşünmek’ diye bir düşüncem var, yalnızca şiir yazmıyor, yazdığım hemen her şeyi şiirle düşünmeye çabalıyorum.