Güncelleme Tarihi:
Onlar kadar uluslararası üne sahip olamasa bile -Jaroslav Hašek, Karel Apek ve Milan Kundera ile birlikte- 20’nci yüzyılın en önemli Çek yazarlarından biri sayılan Bohumil Hrabal, 28 Mart 1914’te Brno’da doğdu. Üç yaşına kadar anneannesi ve dedesiyle yaşadı. 10 yaşındayken dayısı Pepin’in de onlara katılması Hrabal’ın hayatını değiştirecekti. “Kültürlü ve güngörmüş bir hikâye anlatıcısı olan dayısının fıkralarından ve anılarından etkilendi.” 1934’te Prag Karl Üniversitesi’nde hukuk tahsiline başladı. 1939’da savaş çıkınca öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Nazi işgali bitene kadar küçük bir kasabada demiryolu işçiliği ve memurluğu yaptı. 1946’da hukuk diplomasını aldı ama hayatını kazanmak için çok farklı işlerde çalıştı. Bu sıralarda edebiyata meyletmiş ve Prag’ın yeraltı sanat ve edebiyat çevrelerine katılmıştı. 1948’de şiirlerini topladığı ilk kitabı ’Kayıp Sokak’ı yayımladı. Diğer ürünleri müstehcenlik ve sansür nedeniyle ancak 1963’ten itibaren yayımlanmaya başladı. Düzyazı ilk kitabı (öykü) ‘Derindeki İnci’ 1963’te, Pepin Dayı’nın başrolde olduğu, 90 sayfalık kesintisiz bir paragraftan oluşan ’Yaşı Kemale Ermişler İçin Dans Dersleri’ 1964’te, Jirí Menzel’in sinemaya uyarladığı ve yabancı film Oscar’ını alan ‘Sıkı Kontrol Edilen Trenler’ 1965’te yayımlandı. 1968’de Prag Baharı’yla kitapları yasaklandı. 1970’ten 1989’a kadar kitapları ‘samizdat’ (yeraltı) basımlarla yayımlandı. 3 Şubat 1997’de, Prag’da kaldığı hastanede güvercinleri beslerken pencereden düşerek veya atlayarak hayata veda etti.
VEDA TÖRENİ
Hrabal ‘Gürültülü Yalnızlık’ı 1976 yılında yazmış ve yasaklı olduğu için kitabı yeraltı ağı içinde yayımlanmıştı. Hikâyenin bu süreçle metaforik bir ilişkisi var. Romanın anlatıcısı Hanta, 35 yıldır karanlık bir mahzende yasaklanmış kitapları presleyip imha etmekle görevli bir işçi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başladığı işi Nazi işgali sırasında ve sosyalist dönemde de büyük bir tutkuyla sürdürmüş. Kitap düşmanlığından değil, tersine kitaplara olan saygısından... Bu nedenle sıkıştırdığı balyaların içine mutlaka önem verdiği bir kitabı katıyor, onları balyalıyor, balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süslüyor ve sonra presleyerek imha ediyor. Yani bir nevi veda töreni düzenliyor.
Sinekler ve farelerle dolu çalışma koşullarının zorluğunu bira içerek göğüsleyen Hanta’nın dış dünya ilişkisi çok sınırlı. Neredeyse makinesine ve kitaplara adanmış bir hayat sürdürüyor. Ne var ki yakınlarda kurulan modern bir kitle imha tesisini ziyaret ettiğinde umutsuzluğa kapılacaktır. Bira yerine süt içen, düzgün kıyafetler giyen ve kitapların içeriği ile hiç ilgilenmeyen genç işçiler moralini bozmuştur:
“... bir saniye içinde kesinkes anladım ki bu dev pres bütün öbür preslere ölümcül bir darbe indirecekti, benim alanımda, farklı insanlarla, farklı bir çalışma biçimiyle yeni bir çağ açılıyordu. Küçük sevinçlere paydos, oraya yanlışlıkla atılmış kitaplara paydos! Benim gibi, hepsi de istemeye istemeye bilgi sahibi olmuş eski presçilerin zamanı dolmuştu! Başka türlü bir düşünme biçimi vardı artık... Bu işçilere prim olarak prese gelen bütün yayınlardan birer örnek veriliyor olsa da bu iş benim sonum demekti, arkadaşlarımın sonu, depolardan kurtardığımız ve yaşamımızda mutlu bir değişiklik olur umuduyla okuduğumuz kitaplardan oluşan koca kütüphanelerin sonu.”
DÜŞLE GERÇEK ARASINDA
1982 yılında Zeyyat Selimoğlu’nun çevirisiyle yayımlanan ‘Sıkı Kontrol Edilen Trenler’in önsözünde Hrabal’ın romanlarındaki kahraman tiplemeleri şöyle özetlenmiş: “Yazarın romanlarında vazgeçilmez olanlar kuşkusuz titizlikle yarattığı anti-kahramanlarıdır (...) 1960 ve 1970’lerde yayımladığı öbür kitaplarında da –Çekçede kendi türettiği terimle– ‘pábitel’ (farfaracı, berduş) karakterler öne çıkar (...) Hrabal kitaplarında, bireysel ahlak ve vicdanın üzerinde dururken; topluma uymayan ya da toplum dışında kalmış kişileri metinlerinde sıklıkla konuk eder...”
‘Gürültülü Yalnızlık’ın kahramanı Hanta da toplum dışında kalmış, yalnızlığın acısını alkolle çıkaran bir anti-kahraman. Ancak okuduğu kitaplardan edindiği bir hayat felsefesi, buna yakışan bir ahlakı ve vicdanı var. Atılan kitapları -Sokrates, Aristoteles, Kant, Hegel, Schopenhauer, Goethe, Novalis, Nietzsche, Sartre, Camus- kitaplarını okuyarak edindiği kendine özgü bilgisi ve hayat görüşü biraz metafizik, biraz mistik. Böyle bir düşünceye yatkınlığını onun hayalci yanına bağlamak da mümkün. Aslında bir anlatıcı olarak pek de güvenilir değil. Zira düşleriyle gerçekler zaman zaman birbirine karışıyor. Mesela çalışırken kâh İsa eşlik ediyor Hanta’ya, kâh Lao-Tze. Bazen şehrin kanalizasyonlarında iktidar savaşına tutuşan ‘cardon’ların tıkırtılarını işitiyor. Bazen -hem komik hem hüzünlü- gençlik anıları ziyaret ediyor zihnini. Bazen kendisini görmeye gelen güzel Çingene kızlarını düşünüyor. Bütün bu düşünceler zincirinde gerçekten yaşananlarla fantastik olanlar birbirine geçiyor. Ama her seferinde bu kaotik zihinde olup bitenleri -bir hikâyenin diğerine sarıldığı- akıcı yorumlar ve mükemmel bir dille aktarmayı başarıyor.
Hrabal’ın Türkçeye çevrilen ‘Sıkı Kontrol Edilen Trenler’ ve ‘Gürültülü Yalnızlık’ romanlarında hayatın cömert davranmadığı insanların dünyasını ele aldığı söylenebilir. Buna karşılık bu hayatın içindeki mizahı yakalamasını, daha doğrusu trajik olanla komik olanı yan yana getirmesini biliyor. İşte bu yan yana gelişten çıkıyor anlattığı hikâyelerin absürdlüğü/saçmalığı. Elbette dünyanın saçmalığının yansımasıdır bu. Kara mizaha bu hâkimiyeti nedeniyle Hrabal’ın tarzı Yaroslav Haşek’le, romanları ‘Aslan Asker Şvayk’- ile kıyaslanmıştır. Ne var ki ‘Gürültülü Yalnızlık’ta karamsar yanlar mizaha ağır basmış.
Hrabal’ın varoluşçu felsefesini yansıtan ‘Gürültülü Yalnızlık’ çok sayıda metafor ve gönderme barındıran, bireyin yalnızlığını, aklın iğdiş edilmesini, çağın değişiminin verdiği dehşeti ortaya koyan etkileyici bir roman. Kısa ve yoğun, öyle ki hiçbir cümle, hiçbir ayrıntı boşa harcanmamış. Okuyucuyu sessizliğin merkezine, sadece kelimelerin ve düşüncelerin bulunduğu gürültülü bir sessizliğe götürürken gündelik dili değerli bir araca dönüştürüyor. Çaresizlik içinde batarken bile zihni sürekli düşünceler üreten bir adamın dilini mükemmel aktarmış. Dilden söz ettiğimize göre Elif Gökteke’nin çevirisinin hakkını da teslim etmek gerekir.
Sona gelindiğinde düşle gerçek arasında hakikati görecektir Hanta:
“Belki sadece rüya görüyordum, yoksa bütün varlığımla hissettiğim hakaret yüzünden delirmiş miydim? Gözlerimi ovuşturunca ansızın presimi gördüm: Dev preslerin en devi olmuştu, öyle büyüktü ki fırın gibi ağzıyla bütün kenti tehdit ediyordu; (...) Boş bir düzlüğün ortasında, kocaman kare biçiminde bir balya gördüm, bir kenarı en az beş yüz metre uzunluğunda bir küp, bütün Prag burada benimle birlikte preslendi, bütün düşüncelerimle, ömrüm boyunca içime işleyen metinlerle birlikte... Sosyalist İşçi Birliği’nin görevlileri tarafından şurada, mahzenimde ezilen fareciklerden biri kadar yer tutan ömrüm...”