Güncelleme Tarihi:
Günümüz İstanbul’undayız. İsmini roman boyunca öğrenemeyeceğimiz anlatıcı 35 yaşında. İşi filmlerden, dizilerden seks, hatta öpüşme, içki, sigara sahnelerini sansürlemek. Üniversitede sinema-TV bölümünde okurken böyle bir işte çalışacağı aklının ucundan bile geçmiyormuş elbette. Bu bölümü bitiren her genç gibi yönetmen olmakmış hayali; yönetmen olamasa bile sinemaya geçmek, kendisini geliştirdiği kurgu ve montaj alanında çalışmak...
Sonuçta sinemaya geçmiş ama yaratıcı olarak değil, sansürcü olarak: “Çok sevdiğim film dünyasına tek katkım sakıncalı sahneleri çıkarmaktı. Özel bir televizyon kanalı için çalışıyordum. Dört yıl süren işsizlikten sonra bu teklifi aldığımda bağırsaklarım düğümlenmiş, mideme ağrılar girmişti.”
Önce sadece kendisine söylenenleri uygulayan bir elemanken terfi etmiş, nelerin kesileceğine bizzat kendisi karar vermeye başlamış ve tuhaflıklar bu terfi ile birlikte ortaya çıkmış. Okuduğumuz işte bu tuhaflıkların hikâyesi...
Şimdi film şeridini biraz geriye, anlatıcıyla ilk karşılaştığımız ana geri saralım. Teyzesinin yeni evini bulmak için sokaklarda dolaşan anlatıcının gördüklerinden şaşkına düşmüşlüğünün nedeni, sözünü ettiğim tuhaflıklardan kaynaklanıyor. Zira kurgu esnasında kesip attığı görüntülerle gerçek hayatın görüntüleri birbirine karışıyor. Bilinci, gerçeklik algısı da tuhaflaşmış anlatıcının. Gözüne takılan hayat karelerinin sadece kendisinin tanık olduğu bir tuhaflık mı yoksa başkalarının da gördüğü davranışlar mı olduğundan emin değil. Emin olduğu tek şey sürdürdüğü hayattan hoşnutsuzluğu.
Oysa dışarıdan bakıldığında hiç de kötü görünmüyor hayatı. İşi, geçinmesine yeterli geliri, birlikte yaşadığı bir kedisi, sıklıkla bir araya geldiği bir ailesi, birlikte eğlendiği arkadaşları ve yeni bir ilişkisi var. Yetmiyor hiçbirisi. Olayların akışını etkilemeden onlarla birlikte sürüklenen, kendisini gerçekleştirememiş bir insan olduğunun farkındalığı huzursuz ediyor kahramanımızı. Artık bir karar almasının zamanı gelmiştir. Acaba başarabilecek midir?
TEKİNSİZLİĞİN KAYNAĞI, HAYATIN KENDİSİ
Tam 20 yıl olmuş Bıçakcı’nın ilk romanı yayımlanalı. Okumuş, beğenmiş ve genç bir yazarın çıkışını müjdeleyen roman hakkında bir şeyler de yazmıştım. O tarihten bu yana yakından izlediğim Bıçakcı umutları boşa çıkarmadı ve kuşağının önemli temsilcilerinden bir haline geldi.
Bugüne dek -severek okuduğum, yazılarımda dikkat çektiğim- yedi romanı yayımlandı. Romanların eleştirilebilecek yanı, -‘Doğa Tarihi’ dışında- hepsinde benzer bir insan tipinin ve benzer temaların ele alınmasıydı. Şöyle özetleyebilirim; hayatın olağan akışı içinde sürüp giden hikâyelerinde (genç, erkek, müzik ya da sanatla ilgilenen) kahramanlarının algıları, sezgileri, kâbusları ya da rüyaları yoluyla okuyucuyu tekinsiz bir atmosfere sokar Bıçakcı. Tekinsizliğin asıl kaynağı hayatın kendisidir, tekdüzeliği, saçmalığı, böyle bir hayata sıkışan bireyin manasını yitirmesi, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesi...
‘Silinmiş Sahneler’deki anlatıcı da tipik bir Bıçakcı karakteri. Ancak -her ne kadar önceki temaları da barındırsa bile- ‘Silinmiş Sahneler’ gerek anlatımıyla gerek hedefini vuran kapitalizm ve toplum eleştirisiyle gerekse de bireyin bunaltısını derinleştirebilmesiyle çok daha olgun bir roman. Hakan Bıçakcı’nın yazarlık kariyerinde yeni bir döneme girdiğini, daha da olgunlaştığını gösteriyor.
‘DALGINLIĞIN SOSYOLOJİSİ’
Takıntılarla başlayalım: Bıçakcı, anlatıcının çevresinden gizlemeye çalıştığı takıntıları ve söz konusu takıntılar nedeniyle çektiği sıkıntıları küçük ayrıntılarla yakalıyor. Neler mi yaratıyor takıntıları? Aile ziyaretleri, düğün törenleri, kitapçılarda yan yana duran kitapların alakasızlığı, bireysel gelişim kitapları, kişiliksiz binalar, eğri büğrü sokaklar, çocuk çığlıkları, TV kanallarındaki ipe sapa gelmez programlar, dilin kullanılışındaki -mesela ‘yaşanan ölümler’ tarzı deyişlerdeki- tutarsızlık, cep telefonlarına gelen reklam aramaları... İtiraf etmek gerekirse pek çoğumuzun mustarip olduğu dış dünya uyaranları. Rahatsızlıklarını paylaşamadığı için kendisini yalnız hissedecektir:
“Sana göre olana dışarıda yer yoktur. Bir kafeye, mağazaya, dükkâna girdiğinde seni asla bayıldığın bir şarkı karşılamaz. Reklam panolarında hiçbir zaman merak ettiğin bir albümün veya filmin duyurusunu göremezsin. Çıktığın deliğe dönmen gerekir. Hoşlandığın şeyleri havasız odalarda izler, kulaklık takıp gizli gizli dinlersin ancak. İlgilendiğin dünyanın haberlerini gazeteler, dergiler yazmaz. (...) Bu da seni yavaş yavaş vitrinlerden, raflardan, spotlardan, piyasadan, insanlardan soyutlar. Cemiyet dışı mahluk yapar.”
Böyle bir ruh halinin diğer tetikleyicisi iş yaşantısının, kendi deyişiyle “estetik, politik, ahlaki ve diğer birçok açıdan tiksindirici işlerle geçinmek zorunda kalmasının” ve büyük şehrin insani bir hayat sürdürmeyi imkânsızlaştıran kaotik yapısıdır.
Eklemek gerekiyor; Bıçakcı’nın romanlarında en beğendiğim özelliklerden biri insan-mekân ilişkisini, metropollerin boğuntusunu başarılı bir biçimde tasvir etmesidir ki ‘Silinmiş Sahneler’de söz konusu tasvirleri daha da güçlü. Başka insanların, eşyaların, seslerin, kokuların, renklerin, yağmurun, çamurun anlatıcının ruhunda yarattığı etkileri, anlatıcının bilincinin katmanlarında dolaşarak sergilemiş Bıçakcı. Kimi zaman alaycı, kimi zaman öfkeli, kimi zaman yorgun ve bıkkın düşmüş bu ruh haline zengin bir dille nüfuz ediyor. Anlatıcının ruh halindeki karmaşıklığa uygun bir kurguyla yazılmış hikâye. Hızlı zaman kaymaları biraz şaşırtabilir ama bilincin nasıl işlediğini, gerçekliğin yavaş yavaş yitirilişini çok iyi ortaya çıkaran bir kurgu. Bilinç yarılmasını sergilemekte cinselliğin kullanıldığı sahneye bilhassa dikkat etmenizi öneriyorum.
Düştüğü bu durumdan kurtulmak için başını öte tarafa çevirmeyi dener kahramanımız. Kanını donduran görüntüleri silmek için rahatsız edici dış dünya uyaranlarını görmezden gelmelidir. İşte burada Moretti’nin ‘Modern Epik’ incelemesindeki ‘Dalgınlığın Sosyolojisi’ başlıklı değerlendirmesini hatırlayabiliriz. James Joce’un ‘Ulysses’ romanının kahramanı Bloom da dalgınlıkla maluldür. Moretti’ye göre metropol dünyasında yeni bir sanat öğrenmektedir Bloom: Görmeyi ve görmemeyi. “Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz: bir bakış ve sonra, tekrar yoluna devam eder. Metropolde bu böyledir: büyük kentte yoğunlaşmış büyük dünyanın baskısından kaçmanın yolu.”
Söz konusu dalgınlık hali -sadece telefonlarıyla ve sosyal medyayla ilişki kurabilen- modern bireyin evrensel bir sorunu olarak dikiliyor karşımıza. Dış dünyanın pek çok sahnesi siliniyor gözlerden. Sansürün bir metafor olduğunu anlamışsınızdır. Artık yaşlıları, çocukları, göçmenleri, yoksulları, acı çekenleri, bunlara yol açan nedenleri ve şahısları görmezden gelen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Görmezden gelmenin kaçmak olduğunu hatırlatıyor ‘Silinmiş Sahneler’. Hakan Bıçakcı’nın yirminci yazarlık yaşına yakışan güzel bir roman.
SİLİNMİŞ SAHNELER
Hakan Bıçakcı
İletişim Yayınları, 2022
172 sayfa, 41 TL.