Güncelleme Tarihi:
Selçuk Altun’un 2017’de yayımlanan ‘Ardıç Ağacının Altında’ adlı romanıyla başladığı ‘Hayat Romanlardan Daha Tuhaf’ üçlemesi 2020’de okur karşısına çıkan ‘Ayrılık Çeşmesi Sokağı’ ile devam etmişti. Şimdi ise henüz kitapçı raflarında gördüğümüz yeni roman ‘İşte Geldim Deniz Kenarı’ ile seri tamamlanıyor. Böylelikle Altun’un yazarlık yaşamında önemli bir dönemeci de imleyen süreç tamamlanıyor.
Altun, bu seride, yaşamının bir noktasına geldikten sonra kendiyle ve yaşadıklarıyla hesaplaşan roman kahramanları ve onların başından geçen, seriye de adını veren ‘hayat romanlardan daha tuhaf’ dedirtecek yaşanmışlıklarıyla baş başa bırakıyor okuru. Bu, ‘kurgu ama gerçek’ ile ‘gerçek ama kurgu’ arasında okuru ikilemde bıraktıracak denli sürükleyici yaşamların ardından, Altun’un okurlarına açtığı kapı ise sanat duyuşuyla yoğrulmuş, bunun yanında hayata karşı bakışlarıyla da farklı düzlemler meydana getiren kahramanlar oluyor.
Bu kahramanlar üzerinde durmakta yarar var. Altun’la yaptığımız bir söyleşide şöyle bir yorumu olmuştu kahramanları ve onların gözünden okurlara yansıyan dünyaları için: “Romanlarımın ‘birikimli’ karakterleri saygın okullara gitmişlerdir, gizemli yolculuklara çıkarlar, müze ve kitabevi gezerler. Bu tür karakterlerin edebiyatımızda eksik olduğunu düşünürüm, bir eksikliği giderdiğim görüşündeyim.”
Gerçekten de baktığımızda edebiyatımızda böylesi ‘dert’lerin peşinde yol almış pek az yazar ve onun kaleminde doğmuş kahraman vardır. Selçuk Altun, bu anlamda kendine ve yazınına özel bir paragraf açıyor.
‘Hayat Romanlardan Daha Tuhaf’ üçlemesi özelinde baktığımızda da bu tablonun farklı bir yol çizmediğini görüyoruz kendine. Bir şekilde varsıllığa ulaşmış kahramanlar, sanata ve edebiyata düşkün yanları ve onların cesur hayat kararları etrafında sarmalanıyor hikâyeler. Romanları bir üçleme haline getiren ise sadece bunlar değil. Az sonra biraz daha geniş bir biçimde değinilecek üslup birliği de bu romanları bir üçleme haline getiren diğer neden. Öte yandan bir anlamda aynı kökten doğmuş romanlardan bahsediyoruz burada. Üç roman da merkezine baba-oğul çatışmasından doğan sorunları alıyor; sıkıntılı evliliklerin, zor babaların dünyaya bıraktığı çocukların hikâyelerine odaklanıyor.
Yeni roman ‘İşte Geldim Deniz Kenarı’nda bu çocuk Harun. Londra’da bilgisayar mühendisliği akademisyenliği yapan romanın kahramanı Harun, 11 yıl önce ayrıldığı İstanbul’a beklenmedik bir nedenle dönmek zorunda kalır. Küçüklüğünden beri yalnızlığına eşlik eden Salacak sahiline gider ve kendisini de bir roman kahramanı olarak sayabileceğimiz Deniz Kenarı’na gizemli geçmişini anlatmaya başlar. Tüm bir roman Harun’un Deniz Kenarı’na kendisini ve hayatını açışıdır aslında. Fakat biz romanın sayfaları boyunca ilerlerken sadece Harun’a dair değil, çevresinde dönenlerle ilgili de farklı bir bilgi atmosferinin içinde buluruz kendimizi. Bu, aslında Altun’un üçleme boyunca tutturduğu üslubun da önemli bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. “Hayat romanlardan daha tuhaf, diyerek kurgunun gerçeğe henüz yaklaşamadığına işaret ediyorum. Romanlarımda kurgu ile gerçek bir düello içindedirler” demişti Selçuk Altun hemen yukarıda atıf yaptığım söyleşimizde. Tıpkı bu gerçek ve kurgunun tutuştuğu düello gibi bilgi ve hikâye de enteresan bir düelloya tutuşuyor burada. Altun hikâyenin akışını ‘Kitap İçin’lerden de alışkını olduğumuz doyurucu birikimiyle zenginleştiriyor. Özellikle İstanbul ve camileri bu noktada ayrı bir yer tutuyor romanda. Bu durumu roman boyunca çokça atıfta bulunulan ve Harun’un da hayatında önemli bir figür olarak öne çıkan Evliya Çelebi’nin üslubuna yeni bir bakış olarak okumak mümkün. Evliya’nın da ‘Seyahatname’de yaptığı gezip gördüğü yerleri kimi zaman hayal gücüne de dayanan bilgilerle süslemesi gibi Altun, metnini derinleştiriyor. Bazen de Ahmet Mithat Efendi’nin estet bakışla yoğrulmuş, bilgi vermek isteyen bir başka halini görüyoruz bu üçlemede Selçuk Altun’un. Aynı şekilde Jules Renard’dan yapılan alıntılar da Harun’un içine girdiği hallerin şiirsel pürmelallerini veriyor bize.
Harun’un yaşamına geri dönersek ilk bahsetmemiz gereken yaşama tutunma ve kendini, kendi bildiği gibi var etme çabası olacak. Daha çok küçükken annesinin gerçek annesi olmadığını öğrenmiştir. Babasından ise kendini bildi bileli nefret etmiştir. Harun’a yuvada olma ve sevildiği hissini yaşatanlar anne ve babası olmayacaktır bu bağlamda. Mahalle ortamının, türlü tesadüflerle yaşamın karşısına çıkardığı kimi iyi, kimi kudretli kişilerin ve en çok da kitapların sıcaklığıyla yetişecektir Harun. Enteresan karşılaşmalar, dönüm noktaları, garip tanışıklıklar ve her adımında etrafını saran hayat, romanın gerçeğine doğru sayfa sayfa yol aldıracak okura.
Harun’un İstanbul’dan ayrılışını, Londra’da kendi ayakları üzerinde durma çabasını, adım adım kendisine açılan kapıları, yavaş yavaş kendi istemediği kapıları başkalarına kapatışını okudukça Selçuk Altun’a hak vereceğiz: ‘Hayat Romanlardan Daha Tuhaf’. Ama burada hayatın da romandan çıktığını unutmamak gerek. Altun, kurgusunda yarattığı gerçeklikle, bir anlamda gerçek ve hayat algılarımız üzerine yeniden düşünmemizi istiyor.