Güncelleme Tarihi:
Yayımlandığı tarihten beri büyük ilgi gören ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ Stefan Zweig’ın hayal, arzu, yaşam ve ölüme dair temaları ele aldığı kısa ama etkili bir mektup-novella. Kitap, bizi ‘karanlıkta fark edilmeyen bir çocuğun sevgisi’nin yıllar boyu süren, karşılıksız aşkın git gide saplantıya, yıkıma ve yok oluşa dönüşen hikâyesi ile buluşturuyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan versiyonda Kıvanç Koçak tarafından Türkçeye yeniden kazandırılan novella, okuruna kısa fakat etkileyici bir okuma deneyimi vaat ediyor.
Kitap, ismini bilmediğimiz bir kadın tarafından tanınmış bir roman yazarı olan R.’ye gönderilmiş, “Beni hiç tanımayan sana” hitabıyla başlayan, arzunun ve hatırlamanın yükünün şekillendirdiği bir yaşamı aktaran bir mektuptan ibaret. Elli sayfadan oluşan mektup boyunca isimsiz bir kadının çocukluktan yetişkinliğe hayatından farklı kesitler okur ve mektubu eline geçene dek onun farkında olmayan R.’ye duyduğu aşkın gelişimine, hayal gücünü besleyen bir hissin yaşamını bir buhrana dönüştüren bir noktaya gelişine şahit oluyoruz. Bir insanın kendisinin farkında dahi olmayan birine bu denli tutkuyla bağlanmasının nasıl mümkün olduğu sorusu, sayfalar ilerledikçe kafamızda yankılanmaya başlıyor.
Bu sorunun tek bir cümlede aktarılabilecek bir cevabı yok tabii… Nitekim Zweig’ın bu soruya verilebilecek cevapları mektubun akışına ve kadının ruhsal değişimlerine ilmek ilmek dokuduğu görülüyor. Mektubun, kadının oğlunun ölüm haberini vermesiyle başlaması ve yazılma sürecinin o ölüm ânına eşlik etmesi iç dünyasına adım atacağımız kişinin psikolojisine dair önemli bir başlangıç hiç şüphesiz. Kadın, oğlunun ölümünden dolayı tuttuğu yas ve hiç yaşanamamış, karşılık bulamamış aşkının yarattığı melankoli arasında kendi varlığını sorgular durumdadır. Bu açıdan, hikâyelerinde insan psikolojisinin derinliklerini yansıtmaya çalışan Zweig’ın yas ve melankoli üzerinden incelikle oluşturduğu bu karakter ve iç dünyasının Freudyen bir okumaya çağrışım yapması şaşırtıcı değildir. Sıradan bir aşk mektubundansa, sevilen birinin kaybına verilen tepki ve hiç sahip olunamamış başka bir sevginin yarattığı saplantı arasında sıkışan kadının hatırlanma, var olma ve ölmeye dair son bir teşebbüsü niteliğindedir mektup.
“Yaşamaya devam edecek olursam, bu mektubu yırtıp atacağım” diye yazar kadın. Yazma ve ölüm arasında kurduğu bu ilişki, var oluşunu mektubu yazdıran saplantılı aşkı ile bir tuttuğunu gösterir. Ya yaşamaya devam edecektir ya da yazarak onu yaşatacaktır. Elde edilememiş, gerçekleşememiş bir arzunun ölüm arzusuyla birleşmesinden doğan bu mektubun oldukça duygulu, yer yer dramatik bir tonla yazılmış olması da bundandır. Bu mektup üzerinden kendine bir yaşam atfetmek ister isimsiz kadın. Gerek ailesinin gerek toplumun beklentilerinin dışına çıkarak R.’ye ulaşma arzusuyla kendine ait bir yaşamı şekillendirdiği gibi, mektubunda o yaşamı bir kere daha sahiplenir. On üç yaşında, yoksulluk içinde yaşayan bir kız çocuğu iken yaşadığı apartmana R.’nin taşınması hayatında önemli bir dönüm noktası olur onun için, öyle ki hayatının asıl başlangıcını o gün sayar. R. henüz taşınmadan “zenginlikten, farklılıktan ve gizemden oluşan bir etki alanı” yaratır apartmanda ve kız çocuğunun bu etki alanına çekilmesi çok sürmez. R.’nin her eşyası onun için bastırılması zor bir merak ve heyecan yaratır. “Daha seni tanımadan, bütün gece seni düşünmek zorunda kaldım,” diye itiraf eder kadın ve aslında R.’nin bir kişiden çok, öznenin dışında bir düşünce, arzu ve merak nesnesi olarak var olmaya başladığına işaret eder.
Bu durum yıllar geçtikçe böyle sürüp gider; R.’ye duyduğu saplantı gerçeklerden değil, isimsiz kadının hayal dünyasından beslenir. Mektup boyunca görürüz ki isimsiz kadın gerçekten de rastlantısal olarak şahit olduklarının dışında bir şey bilmez R. hakkında. Onun için hayal dünyasında şekillendirdiği ve yaşattığı R. vardır. Bu yüzdendir ki, yıllarca karşılaşmalarına zemin hazırlamak için uğraşan isimsiz kadının aksine R., onu hiçbir zaman hatırlamaz. Mektubu bitirdiğinde dahi sahip olduğu sadece bir fluluktur. İsimsiz kadın ise bir yandan ölümüyle onu hatırlamayan R.’yi üzmediği için teselli bulur, diğer yandan hatırlamanın yükünü ona bırakıp, kendi ifadesiyle, onda yaşamak ister. Çocukluğundan beri hayranlık beslediği R. tarafından hatırlanmama, ona kendisini bekleyen ölümden daha yıkıcı gelir. Ölmeden önce bilinmek, daha önemlisi hatırlanmak ister. İçinden çıkamadığı melankolide artık kendine ait bir benlik değil tamamen R.’ye bağlı bir varoluş düşler.
Görüldüğü üzere ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’, mutlu bir hikâye bekleyenlere göre değil. Fakat insan psikolojisi ve saplantılı bir düşünce yapısı ile ilgilenenleri kendisine çekecek, okurunu yazarının dildeki ustalığıyla incecik hacminin çok ötesine taşıyacak ilgi çekici bir kitap.
BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU
Stefan Zweig
Çeviren: Kıvanç Koçak
İletişim Yayınları, 2020
67 sayfa, 7.50 TL.