Güncelleme Tarihi:
◊CI bu yıl fuar alanının dışına taşarak Sanatçılar Parkı’nda ‘Beşinci Element’ başlıklı bir heykel sergisine ev sahipliği yapacak. Serginin konseptini oluştururken hareket noktanız neydi?
Bu sergi çok eskiden beri düşündüğüm bir projenin ansızın ortaya çıkmış halidir. Yıllardır İstanbul’da kamusal alanda, meydanlarda heykel sergileri düşünürüm. Nedeni açık: Türkiye heykeli bilmiyor, tanımıyor, sevmiyor. Bunun kültürel temelleri var. Hemen küçümsenecek bir durum değil. Tanıdığımız tek heykel Atatürk heykelleri. Onlar da heykel değil. Bu yönde yerel yönetimlerin girişimleri oluyor. Fakat heykel diye ortaya çıkarılan yapıtlara gene heykel denemez. Basit, ilkel şeyler. Oysa heykelin çağlara dayanan bir sergi ve görüntü gerçekliği yaşanmalıydı ki, olanaksızdı. Yani Batı’da sokaklarda ne var, 16-17. yy’dan bu yana gelen heykeller var. İnsanlar onlara bakarak, neyin eski neyin yeni olduğunu anlıyor. Kamu da kendisini yeniliyor. Meydanlarına Rodin koyan Fransa, sonra da Sol Lewitt koydu. Üstelik Lewitt Amerikalı. Bu başlı başına bir olgu şeklinde ele alınması gereken zevkin oluşum ve dönüşümünü sağladı. Bizde bu gerçek, gerçeğin dışındadır. Gerçeğimiz böyle bir halin olmamasıdır. Anlıyoruz. Ama vazgeçmiyoruz.
HEYKELİN KENDİSİ BEŞİNCİ ELEMENTTİR
İki istisnadan söz edeyim. Birincisi, Tünel Meydanı’ndaki Ayşe Erkmen heykelidir. Farklı diyeceğim tek heykeldir. (Bir ona bakın, bir de Şişli’deki Uğur Mumcu, Nişantaşı’ndaki Abdi İpekçi ‘heykelleri’ne bakın. Mesele basittir!) İkincisi, Elgiz Müzesi’nin heykele verdiği önemdir. Çok değerli bir girişimdir. Muhakkak geliştirilmelidir. Desteklenmelidir.
Bu bağlamda yıllardır kafamın içinde İstanbul’un en olmadık yerlerine sergi ve enstalasyonlar hazırlarım. Uykusuz biri olduğum için proje defterlerim böyle tasavvurlarla doludur. En çok Taksim’e bir heykel projesine yaklaşmıştım. Gezi olayları nedeniyle akim kaldı. Bir de elbette tarihsel mekânlara veya bazı kendi antolojimdeki özel mekânlara kurguladığım yerleştirmeler var. İşin ilginci bunların bazılarını İstanbul’da gerçekleştiremedim ama sanat direktörlüğünü yaptığım Europalia Festivali kapsamında Belçika’da oluşturdum.
Mevcut sergiyi bu düşüncenin bir uzantısı olarak görüyorum. Ama böyle bir sergi o sırada zihnimde yoktu. CI ile işbirliğim içinde, Ali Güreli ve Murat Tabanlıoğlu’yla birlikte düşündük: Bir CI projesi olarak. Hatta esasen onlar düşündü. Bana yapması kaldı.
Yaparken de ‘Beşinci Element’ diye bir kurgu geliştirdim. İnsanlık ilk günden beri dünyayı yapan elementleri arıyor. Benim antikite ve antik felsefe merakımı bilenler bilir. Ayrıca her şeyin o felsefede ve antik dönem tragedyasında yattığına inanıyorum. Pre-Sokratiklerin düşünceleri beni bazen de hayretle karışık bir gülümsemeye iter. 1977’de Amsterdam’da Loewe klasiklerini bir kitapçıda yan yana dururken ve akıl almaz büyüklükte bir duvar meydana getirirken gördüğüm günden beri bu böyle: Felsefe, tragedyalar ve Shakespeare! Düşünün ki, bu elementleri arayanlar ilk insanların balığa benzediklerini söylerler. Hem de şurada, Miletos’ta.
Ben o büyük zincire kendimce basit ama güçlü bir görüş katıyorum: Heykelin kendisi beşinci elementtir. Hava, su, ateş ve toprağı (Cem Yılmaz buna ‘tahta’yı katıyor, yabana atılmayacak bir görüştür, eğer bir filmde, bugünlerde bu söyleniyorsa, oturup düşünmeliyiz) birleştirir ve yeni bir ‘eleman’ meydana getirir: Heykel!
◊ Sanatçıları ve eserleri fuara katılanlar arasından mı seçtiniz ve seçerken nelere dikkat ettiniz?
Hayır, hiçbir sanatçıyı fuar planında düşünmedim. Bunlar kişisel antolojim. Ama hemen vurgulayayım: Bir antolojiyi oluşturan tüm sanatçıları aynı düzeyde, ölçüde de sevmezsiniz. Bazıları şu veya bu nedenle daha önde ve önce gelir. İşte o çerçevede mesela Abakanowicz heykelini yurtdışından getirtemediğimiz için koyamadık ve bu benim için büyük bir kayıptır. Ama gelecek ve onu başka bir yerde sergileyeceğim. Yalnız bu sergiyi hazırlarken gözettiğim bir nokta var: Yapıtların tamamını koleksiyonerlerden aldım. Bunu çok önemsiyorum. Türk koleksiyonerleriyle sorunlarım var. Ama çok da takdir ediyorum onları. Bazılarını. Emeklerinin gözetilmesi gerektiğine inanıyorum. Çabaları desteklenmeli. Kısacası: Sanatçıları oluşturduğum metafiziği doğrulayacak isimler olarak kendi antolojimden seçtim, yapıtlarını koleksiyonerlerden derledim.
◊ Türkiye’de açık alanda heykel biraz netameli bir mesele. Yıl olmuş 2017 ama açık alandaki heykellere saldırı haberleri geliyor sık sık. Neler söylemek istersiniz bu meseleyle ilgili?
İşte yukarıda belirttim aynı hususu. Haklısınız. Ama her şeyi bir kültürel realite olarak düşünmek ve analiz etmek gerek, değil mi? Biz analiz yerine hakareti ve dışlamayı seçiyoruz. Oysa nasıl bir toplumdayız, kültürel altyapımız, onun tarihsel gerçekliği nedir? Bu soruları yanıtlamak gerek. Benim siyaset bilimi gibi başka formasyonlarım da olduğundan ve kırk yıldır bu konular üstünde düşündüğümden yorumlarım, yaklaşımlarım, kabullerim daha farklı. Neticede daha 15 yıl öncesine kadar %60’ı köyde yaşayan bir toplumduk, haydi %50’si diyelim. Bugün bu oran %10’a düştü. Bu gerçek masanın üstünde mi, üstünde. O zaman her şeyi buradan başlayarak çözümleyelim. Mesela böyle bir toplumda ‘opera’ konusunu ne kadar konuşabiliriz? Mesela bu toplumda “Ben çağdaş sanattan anlamıyorum” diyen genel yayın yönetmenlerini, hem de anlı şanlı gazetelerden birinin yönetmeni, nereye koyacağız? İsteyenler benim ‘Bakmak, Görmek, Bir de Bilmek’ isimli kitabıma bakabilir.
◊ Jan Fabre’den Tony Cragg ve Jannis Kounnellis’e çok değerli sanatçıların heykelleri var sergide. Heykellerin zarar görmemesi için ne gibi önlemler alındı? Bu yıl fuarın konsept tasarımını üstlenen Tabanlıoğlu Mimarlık nasıl bir düzenleme yaptı?
Gerekli önlemler alındı. Onları da Şişli Belediyesi aldı. Çevre düzenlemesini Tabanlıoğlu Mimarlık değil gene belediye yaptı. Ama bir noktayı belirteyim, benim için çok önemli. Ben bu kent sergilerin, bu açık sergilerin öyle fazla makyajlı, steril alanlarda yapılması gerektiğine kesinlikle inanmıyorum. Küratör olarak bana nereyi verirseniz verin ben o mekânın dokusuyla bütünleşen bir sergi yaparım. Serginin teatral ve mekânsal kurgusu ayrıdır, bir mekânın sergiyi oluşturması ayrıdır. Bu defa ikincisini deniyorum ki, her zaman öyle yapmışımdır: Verili olanı sergiye katmak. İnsanlar çok sıradan, çok gündelik olandan, hatta bir manada çirkin, sıradan ve kiç olandan geçip, gelip bu sergiyi görecekler. Bu çelişki sergisinin bir parçasıdır, neden heykelin beşinci element olduğunu açıklar ve ben de o çelişkiyi, gerilimi seviyorum. Bana içinde yaşadığımız gerçekliğe güçlü bir göndermede bulunduğumuzu
düşündürüyor.
◊ CI’da bu yıl mutlaka görülmesi gereken işler ya da stantları sorsak...
Öyle teker teker isim vermem. Ama çok önemli bir şey söyleyeyim: CI, sadece bir fuar değil. Bir kültürel kurum. Fuarı da bir kültürel yapı olarak kurguluyoruz her yıl. Türkiye’nin müzeleri yok. Dünya sanatının zerresinden haberdar değiliz. Koleksiyonerler hep aynı sanatçıları alıyor. Koleksiyonlarını depolarda saklıyor. Kültürel etkinliğe dönüştürmüyor. Böyle bir ortamda elbette güncel sanat bakımından çok yol aldık. Övünüyoruz. Ama hâlâ yapmamız gerekenler var. Hem de bu işin ‘profesyonelleri’ bakımından. İşte CI orada devreye giriyor. Bu fuar sayesinde İstanbul bugüne kadar onca ‘orijinal’ gördü. bu en büyük kazancımızdır. Bu yıl da Soulages yer alacak, Josef Albers yer alacak mesela fuarda. Albers bütün savaş sonrası Amerikan sanatının babasıdır. (Çok sevdiğimiz bir ressamımız onun öğrencisi oldu ama o da balıkçıların resimlerini yaptı: Bir kültürel meseledir, değerlendirmemiz gerek.) Soulages Paris Okulu’nun en büyük adıdır, keşke Hartung, De Steal de olsaydı. Olur.
Bunları göreceğiz. Ama yetmez. Koleksiyonerlerin gidip onları alması gerek. Yolu yok ve iki kelime: Alması gerek. Bu bir görevdir. Öte yandan çok yeni birçok Türk sanatçısı var. Onlara bakmak, onları yorumlamak zorundayız. Çok zevkli, çok güçlü bir fuar bu!