Güncelleme Tarihi:
ean-Christophe Grangé, Türkiye’nin en sevilen polisiye yazarlarından biri. Her romanı ilgiyle bekleniyor ve beklentileri boşa çıkarmayarak keyifle okunuyor. Kısa süre önce yayımladığı ‘Lontano’nun sonunda yeni romanının çok gecikmeyeceğini müjdeleyerek yine okurlarını keyifli bir beklentiye sokmuştu. Nihayet ‘Lontano’nun devamı olan ‘Kongo’ya Ağıt’ yayımlandı. Grégoire Morvan ve ailesinin etrafındaki gizemler bu kez daha da artarak devam ediyor. Okur, Afrika’nın büyüsünün sarıp sarmaladığı ailenin peşinde heyecan ve sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkıyor. Her zaman yaptığını yapıp tam her şey bitti derken hikâyeyi yeniden başlatıp okurun heyecanını hep üst düzeyde tutmayı başaran Grangé ile ‘Kongo’ya Ağıt’ı konuştuk.
‘Lontano’nun sonunda devamının geleceğini haber veriyordunuz. Afrika’da sizi bu kadar uzun bir seyahate çıkaran neydi?
‘Lontano’ ve ‘Kongo’ya Ağıt’ bütünün bir parçası, bu yüzden tüm hikâyeyi aynı hattın üzerinde kurguladım. Çünkü hikâye tek bir kitap olmak için fazla uzundu. Bu sebeple, editörüm ve ben, bir bütün olan bu aile hikâyesini iki parça olarak yayımlamaya karar verdik. Bir ailenin köklerine inen bir hikâye yazmak istemiştim hep; bu iki kitapla ve kendi tarzımla birlikte yapmak istediğim şeyi gerçekleştirmiş oldum; yani hikâyemi polisiye bir soruşturmanın içinde besledim.
‘Kongo’ya Ağıt’ta Afrika daha bir ön plana çıkıyor. O bölgede yaşanan politik oyunların da altını çiziyorsunuz. Afrika’yı Avrupa’da bu kadar önemli kılan neydi sizin için?
Her zaman oldukça karışık olan Afrika ve Fransa arasındaki nüansları ortaya çıkarmak gibi bir niyetim yoktu aslında. Fakat diğer bir yandan bu hattaki trafik, birbirini izleyen ve tamamlayan noktalar, iyi bir resmin arkasındaki fon gibi romanımı destekledi. Bazı yazarlar, sosyal ve jeopolitik gerçekleri kurgularını ön plana çıkarmak için kullanırlar. Ben bunun tam tersini yapmaya çalıştım; tüm bunları kurgumu saracak ve arkadan destekleyecek şekilde kullandım. Eğer Afrika üzerine bir şey yazmak isteseydim, gazeteci olduğum zamanlardaki gibi bir makale yazardım.
Grégoire Morvan’ın geçmişi bu kitapta ortaya çıkıyor ve hikâyenin gidişatı tamamen değişiyor. Bu karakteri yaratırken neden ilham aldınız?
Ben, işkence görmüş, vahşi ve şeytani bir babanın hikâyesini anlatmak istedim. Fakat hatalarına ve şiddetine rağmen, aynı zamanda onun, çocuklarını seven ve onlara her zaman rehber olabilen bir baba olabileceğini de göstermek istedim. Çünkü o, bir bakıma kendi çocukluğunun kurbanı. Bu aile hikâyesi, eğitimin zincirleme bir reaksiyon olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu göstermek açısından büyük bir şans oldu, çünkü çocuklarımızı kendi travmalarımızla yetiştiriyoruz ve sıranın kendimize dönmesine sebep oluyoruz.
Morvan ile birlikte Afrika’da bilinmezlere yola çıkarıyorsunuz okuru. Ve aslında iyisiyle kötüsüyle beyaz adamın Afrika’da yaptıklarını da anlatıyorsunuz. Beyaz adam siyahlara ne öğretti, onlardan ne öğrendi?
Araştırmalarımı yaparken, Afrika’ya birçok yolculuk yaptım ve tüm bu deneyimler bende derin izler bıraktı. Orası, yalnızca bir başka kıta değil, doğrudan hiçliğin olduğu bir başka gezegen; kesinlikle başka bir bölge ya da başka bir dünyayla karşılaştırılamaz bir hiçlik. Gerçekten oraya kaos ve doğanın yabanıllığı hâkim ama tüm bu zorlukların altında, inanılmaz bir ruh ve kesinlikle görülmesi gereken derin bir tinsellik var. Dolayısıyla beyaz adam, siyah adamdan materyalist olmayan ancak ruhsal olan birçok şey öğreniyor.
‘Kongo’ya Ağıt’ta bir başka öne çıkan da nöroloji ve psikiyatri... Tüm kahramanların beyinlerine giriyor ve haritalarını çıkarıyorsunuz. Nedir sizi bu alana çeken?
Her zaman beyin üzerine yapılan çalışmalara hayran kalmışımdır. Mesela, kişiliğimizi veya hayata dair görüşlerimizi değiştirebilecek bir tedavinin düşüncesi bile beni büyülüyor. Ancak beyin üzerinde bu tür etkilerin gerçekleşebilme olasılığı beni şoke de etmiyor; bu tür tedaviler, kendi ilacını kendi üreten kimyasal varlıklar olduğumuzu hatırlatıyor yalnızca bana. Her şeyin insan ruhunun derin düzlemlerinde ilerlediği ve geliştiği polisiye bir romanda, nöroloji ve psikiyatri aslında birincil elementlerdir. Çünkü bunlar suçun temel silahları olabilir.
HEPİMİZ EVRENİN GİZEMİNİN ÇIPLAKLIĞINDA YALNIZIZ
Kitapta tartıştığınız beyin kontrolüyle insanın evrilebileceğini ya da insanın böyle bir işe gerçekten kalkışabileceğini düşünüyor musunuz?
Bilimsel gelişmelerin insan beynini konu almayı sonlandıracağını düşünmüyorum, ancak bu gelişmeler her zaman diğer beyinlerin eseri olacak, yani kendi geçmişlerini kendileri etkileyecek. Bu, beni gerçekten büyülüyor. Karakterimizin çocukluğunun, yetişkin hali üzerindeki mutlak gücü de bu zaten. Bu yüzden her şeyin çocuklukta sahnelendiğini söyleyen Sigmund Freud’a büyük hayranlık besliyorum.
Kitapta tam büyünün büyüsüne kapılmışken gerçekle bu yarım kalıyor. Kitap büyü ile gerçeğin birleşimi gibi. Bu konuda siz neler söylersiniz?
Bu benim tam da Afrika için söylediğim şey. Orada büyü ile gerçeklik arasında ya da tinsellik ile materyalistlik arasında bir ayrım yok. Orada hayran kaldığım, bayıldığım şey de buydu. Sağduyumuz, teknolojimiz ve bilimimiz tarafından korunduğumuza inanıyoruz ama kendimizi ‘bilinen’ şeyler tarafından korunduğumuza inandırmak sadece bakış açısını bir başka yöne doğru yöneltmek demek. Temelde hepimiz evrenin gizeminin çıplaklığında yalnızız. Afrikalı insanlar bunu günlük hayatlarının içindeki bir gerçek olarak kabul etmişler ve bunu asla unutmamışlar.
Hikâye nefret üzerine kuruluyor. Nefret her şeyi yok edebilecek kadar güçlü bir duygu mu sizce? Ya da insanlar kendi zayıflıklarını, hatalarını örtmek için başkalarından nefret etme yoluna gitmeyi mi tercih ediyor?
Nefret, zayıflığın ve özellikle derin bir yaranın göstergesidir. Kitaplarımın hepsinde travmaları yüzünden acı çeken ve şiddetli davranışlarının sebebini buna yoran (ama asla bunlar yüzünden üzgün olmayan) karanlık, vahşi ve inançsız insanlar var. Aslında kitaplarım derinde oldukça pozitif, çünkü insanın, temelde kötü olabileceğini düşünmüyorum. ‘Kötülük’ bir hayal kırıklığı -çünkü kelimelerden korkmaya gerçekten hiç gerek yok- onu agresif yapan sevgisizlik ve ölüm korkusu.
Romanda delilleri izliyoruz ve tam bitti derken hikâyenin yeniden başladığını görüyoruz. Sonra da sürpriz bir sonla şaşırıyoruz. Okurun ilgisini nasıl bu kadar yüksek tutabiliyorsunuz?
Bu tamamen benim tarzım: Hatalı izler sunmak ve okuyucumun dikkatini kitabın sonuna kadar korumak. Bunu ‘yanlışlıkla’ kullandığım bir teknik olarak düşünebiliriz, okuyucumun nabzını tutmanın reçetesi işte bu. Sunulan izler doğru gitmez ve okuyucu hiçbir zaman aldanmaz. Bunun için iyi, karmaşık ve tüm noktaları birbiriyle uyumlu bir hikâye gerekir: Okuyucuyu ikna etmenin ve ‘sarsmanın’ tek yolu budur.
TÜRK OKURLARIN COŞKUSU BENİ ÇOK MUTLU EDİYOR
Türkiye’de en çok sevilen, okunan polisiye yazarısınız. Türkiye ve Türk okuyucularınız hakkında ne söylemek istersiniz?
Onlara basitçe şunu söylemek istiyorum: Coşkuları beni çok mutlu ediyor. Türkiye’yi çok seviyorum, çünkü evrenimi paylaşabildiğim okuyucuların varlığını düşünmek bile beni gerçekten duygulandırıyor. Geçen ay, oğlum nişanlısıyla birlikte İstanbul’a gitmişti. Gittiği tüm kitapçılarda benim kitaplarımı gördüğü için, oldukça şaşkın, fakat aynı zamanda da gururlu olarak geri döndü. Bunun için Türk okurlarıma çok ama çok teşekkür ediyorum.