Güncelleme Tarihi:
Seray Şahiner hep anlattığı o nefis kadın öykülerine ‘Kul’la; Mercan’ın, hayatını merdiven silmekle kazanan, bir gün aniden ortadan kaybolan kocası dönsün, bir de çocuğu olsun diye umutla beklemeye başlayan bir kadının öyküsüyle devam etmişti. Mercan beklerken, beklerken ve bir yandan kafada kurarken yanı başında bir tek TV’si vardı ona yarenlik eden. Ve TV’deki ‘kendine özen gösteren’ diğer kadınlar… Mercan’ın, kocasını beklerken, farkında olmadan kendi özgürlüğüne doğru yürümeye başlayışının da öyküsüydü ‘Kul’.
Şahiner’in bu son romanı şimdi Mert Öner’in yönetiminde tek kişilik tiyatro oyunu olarak yetkin bir oyuncunun, Dolunay Soysert’in ellerine teslim. Seray Şahiner ve Dolunay Soysert ile buluştuk, Mercan’ı da aramıza alıp konuşmaya başladık…
‘Kul’ ve Mercan ile ilk karşılaşman nasıldı, oyun projesinden önce okumuş muydun Seray Şahiner’in romanını?
Dolunay Soysert: Seray’ın yazdıklarını çok seviyordum. ‘Antabus’un sahnelendiği duyunca çılgın bir kıskançlık seline kapıldım. “Bunu ben nasıl yapmam!” dedim ama sevdiğim bir arkadaşım çok da güzel yaptı. ‘Kul’ roman olarak geldiğinde “Bunu da ben oyun yapacağım” demiştim. Bu fikrimi Yekta Kopan biliyordu. Üç, beş ay sonra Yekta aradı, “Tembellik de etme. Seray oyunu yazdı, birine vermeden kap” dedi.
Seray senin edebiyat alanında yayımlanan bütün kitapların oyunlaştırıldı. Yazarken “Bu da oyun olacak” gibi mi düşünüyor musun?
Yazdığım metnin çeşitli formlarını aramayı seviyorum. ‘Hanımların Dikkatine’nin radyo tiyatrosunu bile yazdım. Bu biraz Oğuz Aral taktiğiymiş, dermiş ki “Bu karikatürü dikdörtgene çizmişsin, şimdi git bir üçgene çiz, git bir de yuvarlağın içinde çiz. Nasıl yerleştiriyorsun...” Ben de anlatacağım bir meseleyi nasıl daha değişik açılardan ele alabilirim diye tutmayı seviyorum.
Dolunay, nasıl tarif edersin Mercan’ı?
Mercan’dan hep; hayatını merdiven silmekle geçindiren, kocası gitmiş ve bir çocuk umuduyla ve kocasının dönmesi umuduyla hayat savaşını veren birisi olarak bahsediyoruz. Ama bence merdiven silmek de koca beklemek de çocuk arzusu da umudun bitmemesi de hepsi bir şeyi simgeliyor. Mercan’a yaklaşırken, hiçbir zaman sınıfını ya da yaptığı işi düşünmedim. Bir kadın olarak hissettiği şeyle kendimi eşleştirmeye çalıştım. Yalnız yaşayan bir kadınım ben de, anlatılan o yalnızlığın ne olduğunu biliyorum. Her zaman “merhaba” diyecek insan bulursun da hani, bazen olmaz; eve gidip televizyon izlemek, tepsiden yemek yemek… “Of, biliyorum ben ya” dedim. Mercan Samatya’da oturuyor ben boğazda bir yerde oturuyorum ama hisler değişen mekânlarla, üstündeki çatıyla farklılık göstermiyor. Çocuk duygusu vardı Mercan’ın, o arzuyu da çok iyi anladım. Hayatın ve toplumun seni zorladığı resmin içinde bir sürü oldurtamadığın şeyler insanın canını yakabiliyor bir süre sonra. Sen bir şekilde ondan ya hayat şartların ya da seçimlerin yüzünden mahrum kalmışsın. Orayı da biliyordum.
Sonra görünmemek üzerine düşünmeye başladım. Şanslı bir kadın olarak doğmuşum, hep görünen kadın olmam için büyütülmüşüm. Ama incelemeye başladığında o kadar çok görünmeyen insan olduğunu fark ediyorsun ki… Özellikle kadınların bu ülkede yüzde 70’i görünmez halde. Mercan’ın görünmeme hali daha farklı; yaptığı iş, bulunduğu konum itibariyle bir görünmezlik oluyor ama kimlik savaşı vermek zorunda kalıyor. Kimlik savaşı içinde olduğunun farkında değil aslında ama hikâyenin tamamına baktığında “Evet, ne dövüşüyor aslında!” diyorum.
Seray’ın anlattığı bütün hikâyelerde ‘görünmeyen kadınlar’ vardır. Sen böyle tanımlanmasına ne dersin, yazarı olarak?
Seray Şahiner: Figürasyonu başrole çıkarma arzusuyla yazıyorum. Sahnelenmesinde en çok kıymet verdiğim şeylerden biri de bu; görmezden gelinen bir kadını yazdım. Ve şahane bir ekip çalışmasıyla onu çok daha fazla görünür kılan bir iş çıktı. Mercan özelinde, kadının gördüğü en büyük zulüm –bir şekilde faşizmin bir boyutu olarak- görmezden gelinmek. Çünkü en büyük kâbusu, “Şimdi beni böyle görse elalem ne der”… Ama o elalemin hakkında bir şey demesine bile ihtiyaç duyuyor. Çünkü o zaman haber değeri olacak. Metnin sınıfsal bir durumu var ama bazı kısımları da çok sınıf farkı gözetmeksizin yaşadığı durumlar. Bir kafede yalnız oturmak… Cep telefonumuzun markası ne olursa olsun, “Ya bu kadın da burada boş boş oturuyor” demesin diye mesajlarımıza bakmayı yaşamışızdır birçoğumuz. İnşallah yaşamayanlarımız çoğunluktadır.
Metni yazarken kafamda şu vardı; metnin kreşendosu, kadının tek başına bir yerde oturması olacak. Bu hazin de bir durum ama Mercan kocasını bulmak üzere yollara çıkmış olsa da aslında bağımsızlığına yürüyor. İstanbul’u tanıyor, yaşadığı şehre merdivenlerini silmekten başka bir bakış açısıyla bakıyor. O merdivenleri kendine zaman ayıran bir kadın olarak inmeye kalkıyor…
Seray Şahiner: Hep de güzelliği on para etmeyecek olan da kadın, o adamdaki o aşk olmasa... “Seyirci güçlü karakter görmek ister” diye bir şey var. O gücü kadına atfetmekte kimi zaman zorlanabiliyorlar. O güç atfedilecekse de o zaman temsil edilen güçlü erkeklerin şekilleriyle... Atıyorum; silahı kadın eline almış, artık çizmeleri o çekmiş...
Dolunay Soysert: Ya da entrikayı temsil ediyor kadın. O da çok üzücü. Görevin ağırlıktaysa bakıyorsun sen entrikanın kralını çeviriyorsun. Kadın imajları çok uçta duruyor. Ya çok kötüsün ya da o kadar iyisin ki gerçek değilsin.
‘Kul’da çok güzel olan şey şu, bahsedilmeye değer bulunmayan bir kadını anlatıyor olması. Birine söylesen “Ee, temizlikçi bir kadın işte” der.
Seray Şahiner: Bir Jeanne d'Arc değil, evet ama kendi hayatının Jeanne d'Arc’ı. Bana konusu anlat desen de, oyunu anlat desen de ben birtakım kavramlar üzerinden anlatıyorum. Kimseye muhtaç olmamak için kendine muhtaç birine muhtaç bir kadın. Oyuncu ve yönetmen için de geçerli; ışığı nereye tutmak istediğinizle alakalı bir şey. Onun bu derece görünür olmasından çok memnunum.
Günlük hayatımızda da kadınların geriye çekilmeye çalışıldığı bir devirden geçerken bunları yazmak daha mı kıymetli hale geliyor? Yoksa “Ben güncelle ilgilenmiyorum, işime bakıyorum” modunda mısın?
Ben ilgileniyorum. Başrolde veya ana karakter olarak aldığımız karakter bile aslında sizin ne tarafta durduğunuzun bir işareti aslında. Ai Weiwei sergisinde “Sanat güncel politikanın tamamen dışında kalamaz. Kalıyorsa da bu yeterince politik bir şeydir çünkü orada bir çaba vardır” diyordu. Zaten metnin sınıfsal bir durumu var. O kadın biraz daha parası olsa bu kadar görünmez olmayabilirdi. Çocuk meselesinde bile aslında o kadar toplumsal dayatma var ki. “Evet, zengin olmak zorunda değilsin. Olma. Ama bizim yarattığımız başka toplumsal normlar var, onlara uy. Eş durumundan faydalan. Bir yere kocanla git.” Çünkü bir yerde oturmak bile ya paraya bakıyor ya da yanında birinin olmasına bakıyor, yoksa seni en kuytu masaya koyuyorlar. Bu dayatmalar “Sen bir kapının kulbu, bir şeyin eklentisi ol” demek. “Onun parçası ol ama bütünü olma” demek. Bunları, ‘Kadınlar sahneye’yi de artık tartışmıyor olmamız gerekirdi. Edinilmiş hakları tekrar savunmaya çalışırken belki ilerletebileceğimiz başka bir şeyin de zamanını almış oluyoruz. Bu mücadeleyi başka bir yerden sürdürüyor olmamız gerekiyordu ama şimdi buysa bunu sürdüreceğiz çünkü hâlâ ne yazık ki o saatte orada ne işimiz olduğu da tartışılıyor. Kaç çocuk yapacağımız, mini eteğimizin boyu…
Dolunay Soysert: O tartışma bana kötü bir pazarlık gibi geldi. Yani orada bir kıymet gelişiyor ve o kıymeti fark eden, talep edenler var ama birisi çıkıp “Bunun bu kadar değeri yok. Buna üç lira veriyorum” diyor. Sen o kadar korkuyorsun ki; “Üç değil de beş olsun” diyorsun. Halbuki çoktan 50 olmuşsun. Yani üçe gitme ihtimalinden ötürü korkutulmaya başlıyorsun. Kötü esnaf pazarlığı gibi... Bende “Bunların çok sesi çıkıyor. Başa alalım, buraya gelmesi zaman alsın” gibi bir duygu yaratıyor.
‘Kul’la ilgili siz de birbirinize birer soru sorar mısınız?
Dolunay Soysert: Başından beri soruyorum kendi kendime. Bu koca nerede?
Seray Şahiner: Koca yaşıyor. Mercan bekliyor ama basamaklara takılıyor ya sürekli. Kocasını görse anında tanıyacağı bir bekleme hali var. Adam gitmiş, bu da takılmış. Şimdi de kafası rüzgârlı bir şekilde hayatına bakıyor adam. Mercan’ın “Adak adayayım, dönsün. Bugün mü döner? Ne giyinsem?” tarzı düşüncelerinin yanında adamın geniş bir “Bakarız”ı var. Geldikten sonraki hikâyeyi yazmayı düşünmüyorum ama geldikten sonra muhtemelen kaldığı yerden devam edecek. Mercan’da söylemeye çalıştığım şey “Bu kadar da beklememiz gerekiyor mu?” Arada birbirinden umut almak çok güzel bir şey. Ben de önemsiyorum ama birinden medet ummak o kadar güzel bir şey değil. O kadar sistem tarafından dayatılmış bir “Aile ol, anne ol, kocan yanında dursun, sen düğünlere onunla git” var ki, o yokken seni yarım hissettirecek hale geliyor.
Seray Şahiner: Ben tek başına oyun oynayan insanları hep çok cesur bulurum. Seni sahneye tek çıktığında ürküten bir şey var mıydı?
Dolunay Soysert: İlk defa sahnede tek kalıyorum. İlk oyuna kadar korku içindeydim, bir şey olursa kim yardım edecek diye. Fakat şu anki duygum sahnede hiç yalnız olmadığım üzerine. Hikâyenin seyirci ile bu kadar bütünleşebileceğini düşünmemiştim. Onlar gözleriyle, kalpleriyle tamamen sendeler ve yalnız değiliz. Paslaşıyoruz. Ben bir şey söylüyorum gülüyorlar, ben bir şey söylüyorum burun çekiyorlar. Bir kol mesafesindeki seyircinin gözünün içine bakarak söylüyorum derdimi. Benim için onlar bir zaman sonra her şey olmaya başlıyorlar; komşu kadınlar oldular, herkes oldular...
‘Kul’ 21 Nisan Cumartesi 20.00’de TOY İzmir’de, 25 Nisan Çarşamba 20.30’da TOY İstanbul’da izlenebilir.