Güncelleme Tarihi:
Tatyana Tolstaya, 1951’de Leningrad’da aristokrat kökenli bir ailede doğdu. Babası Nikita Tolstoy, fizik profesörüydü. Ve ailesinin kökleri Rus edebiyat geleneğinin önemli isimlerine -hem Leo Tolstoy hem de Ivan Turgenyev’e- uzanıyordu. Şair ve anı yazarı Natalya Krandievskaya, Tolstaya’nın büyükannesiydi, büyükbabası ise Sovyet edebiyatının büyük ismi Aleksey Tolstoy’du. Tatyana Tolstaya da aile geleneğini sürdürdü; klasik edebiyat, Latince ve Yunanca okuduğu Leningrad Üniversitesi’ne girdi. 1974’te mezun oldu, Moskova’ya taşındı. İlk öyküsü 1983’te Avrora isimli dergide yayımlandı. Perestroyka dönemi boyunca ve SSCB’nin yıkılışının ardından yaşamını ABD’de sürdürdü, üniversitelerde dersler verdi. 1999’da ülkesine döndü ve kendisini dünya çapında tanınır bir yazar yapacak olan ilk romanı ‘Böcü’yü 2000’de tamamladı. Roman ve öykülerinin yanı sıra deneme ve köşe yazıları da kaleme alan, TV için kültürel ve siyasi içerikli programlar da hazırlayıp sunan Tolstaya, halen Moskova’da yaşıyor ve yazmayı sürdürüyor.
Her bölümü Kiril alfabesinin bir harfiyle başlayan ve bu harfin ifade ettiği anlamı temalaştıran ‘Börü’nün ilk bölümünde kahramanımız Benedikt ile tanışıyoruz. Sefil bir hayatın hüküm sürdüğü Fyodor-Kuzmiçsk şehrindeyiz: “Yedi tepe üzerinde uzanır Fyodor-Kuzmiçsk şehri. Etrafıysa tarifsiz tarlalar, görülmemiş topraklarla çevrili. Kuzeyde uyuklayan bir orman var. (...) İşte o ormanda, eskiler anlatırlar, bir Böcü yaşar. Kopkoyu dalların arasında oturur ve yabani yabani, bir de acıklı acıklı bağırır: Khıı-hııs! Khıı-hııs! Ama kimsecikler onu göremez.”
Böyle bir giriş, hikâyenin eski zamanlarda geçtiğini düşündürüyor. Ancak çok geçmeden yanıldığımızı anlayacağız: “Şehrimiz, toprağımız burası, adı ise Fyodor-Kuzmiçsk; ondan öncesindeyse, anacığın dediğine göre İvan-Porfiriçsk imiş, ondan da önce Sergey-Sergeyiçsk imiş, ondan önce Güney Ambarları imiş, hepsinden önce de Moskova imiş...”
Evet, adını şimdiki liderleri Fyodor-Kuzmiçsk’ten alan bu virane şehir büyük patlamanın 200 yıl sonrasındaki Moskova. Ve insanların ana besininin fareler olduğu, farelerin pazarda para birimine dönüştüğü, nükleer felaketin etkisinin insanların bedeninde bıraktığı izlerin hâlâ kapanmadığı, kopkoyu bir cehaletin hüküm sürdüğü, bütün kitapların -makalelerin, hikâyelerin, şiirlerin- ve hatta icatların Lider Fyodor-Kuzmiçsk’in imzasını taşıdığı, kentin etrafının düşmanlarla ve Böcü denilen tuhaf bir yaratıkla kuşatıldığına inanıldığı tuhaf bir hayat.
Bedeninde görünür bir arızası bulunmayan Benedikt, nispeten şanslı olanlardan. İşi de fena sayılmaz; liderlerinin yazdıklarını çoğaltmakla görevli bir memur. Bir süre sonra Fyodor-Kuzmiçsk’in kendisine mal ettiği şiirlerin birçoğunun Rus edebiyatının önemli şairlerine ait olduğu fark ediyoruz. Lakin toplum öylesine hafızasız ve öylesine cahil ki bunu anlamaları imkansız. Olup bitenin farkında olanlarsa patlamadan öncesini yaşamış, yaşları 200’ün üzerinde ama hâlâ genç kalmış bir avuç insan. Geçmişi özlemle anan, şiirleri ezberden okuyan, kültürel bir rönesans yaşanacağına inanan bu insanlar toplumun canlı hafızaları.
Benedikt, süreç içerisinde yasaklı kitaplara ulaştığında Büyük Lider’in sahtekârlığının farkına varacaktır ama zihninde bambaşka bir hayatın kapıları da aralanmıştır. Peki ama binlerce kitap ve dergii yalayıp yutan Benedikt yeni bir dünya görüşünü özümseyebilecek midir?
TUHAF, SAÇMA, İÇ KARARTICI, BÜYÜLEYİCİ
Uygarlığın yerle bir olduğu gelecek bir zamanda edebiyattan, sanattan, kültür ve bilimden yoksun bir toplumsal hayatı sergilemeyi önüne koyan Tatyana Tolstaya, belli ki çok emek sarf etmiş. Öncelikle böyle bir toplumda dilin ne hale geleceğini yansıtmak için ‘kısmen bozulmuş, tahrif edilmiş’, kabalaşmış bir dil kullanmış. Muhtemelen Rusçada var olmayan kelimeler de icat etmiş. Anlatıcı ses biraz naif, fikirleri biraz basit ama aynı zamanda canlı ve çekici. Dilleri ve hayat tarzlarıyla Tolstaya’nın Moskovalıları kentliden çok köylüleri andırıyorlar. Özellikle de ‘türeme’ diye adlandırılan, ağır işlerde çalıştıran ‘kölemsi’ insanlar. Kabalıkları, küfürlü konuşmaları, fırsatçılıkları, böbürlenmeleriyle sanki bir Çehov hikâyesinden çıkıp gelmişler Tolstaya’nın romanına. Geleceğin cehennemi görüntüsünü canlandırmasıyla distopik, Böcü denilen yaratığıyla fantastik motifler barındırmakla birlikte yüksek sesle güldürmeyi başaran mizahı ve keskin hicviyle daha çok Gogol’ü hatırlatıyor. Anlatısından kendisi de keyif almış olmalı ki gündelik hayatın ayrıntılarını ballandırarak tasvir ederken bazen gereksiz yollara sapıp hikâyeyi uzatmış. Neyse ki mizahıyla sıkıntının önünü kesiyor ve anlatı ana temaya zengin imgelerle yeniden bağlanıyor.
Tolstaya’nın tasarladığı gelecek vizyonu bir yenilik sayılmaz. Dış dünyaya kapalı, korkularıyla yaşayan bir kent, zorlu doğa koşulları, kıtlık ve açlık, mutasyona uğramış insanlar ve hayvanlar, yasaklanmış kitaplar, bilgiye ve tarihe sadece yönetici kesimin ulaşabilmesi... İlk bakışta şaşırtıcı ama çok da yabancılık çekmeyeceğimiz bir anlatı evreni. Tolstaya 14 yıl emek verdiği yaklaşık 350 sayfalık bu romanına Sovyetler’in Glasnost ve Prestroyka döneminde başlamış. Ülkesinin çöküşe doğru ilerlemesini, çöküşü ve kapitalizmin inşasını gören, bu süreçte yitirilen değerlerin farkına varan Tolstaya, 1986 yılında ABD’de başlayıp 2000 yılında Rusya’da tamamladığı ‘Böcü’de hafızasını ve değerlerini yitiren bir toplumun düştüğü durumu alegorik bir hikâyeye dökmüş. Ama sadece sosyalizm sonrası dönemi değil, Devrim öncesinden günümüz kadar uzanan geniş bir sürecin eleştirisini yapmış. Zaten işin en hüzün verici yanı bu, tarihin durmadan tekerrür etmesi...
Geçmişle bağları kopuk distopik bir gelecek kurgusu üzerinden tarihin, dilin, sanat ve edebiyatın doğası hakkında keskin gözlemler ve tespitler yaparken geniş ve etkileyici bir edebi tuval kullanmış Tolstaya. Rus masallarına, edebiyat ve sanata yapılan çok sayıda referans, romanın en çekici yanlarından. Anlatı boyunca -Puşkin, Blok, Pasternak gibi- büyük Rus şairlerinden alıntılar, Rus masallarından motifler, çok sayıda kitaba göndermeler var. Bunlar büyük patlamadan öncesi kültürünün fosilleşmiş izleri olarak o zamanlardan kalanların iç dünyalarını yansıtıyor. Onların eski kültürü yaşatmak için verdikleri uğraşın beyhudeliği ise komik ve hüzünlü. Tolstaya, çoraklaşmış bir kültürün kültürel ikonlarla canlandırılamayacağının altını çizmiş. Aynı durum kitaplar için de geçerli. Benedikt’in kitap sevdası da beyhude. Zira sanatsal, kültürel altyapısı yok kahramanımızın. Edindiği bilgiler bir bilinç biçimine tekabül etmiyor. Sonuçta okduklarını kavrayamayacak, her şeyi düz anlamlarıyla kendi dünyasına indirgediğinde zihni allak bullak olacaktır.
Böcü, nükleer patlamadan doğan garip, gizemli bir yaratık. Peki neye karşılık geliyor? En kestirme yanıt; ‘hayal gücümüzü ateşlemeye’... Böcü, bilinmeyenden korkmanın bir metaforu. Roman ise tuhaf, saçma, iç karartıcı ve heyecan verici. Ne yazık ki hiç de iyimser sayılmaz.