Gilead gelecek mi?

Güncelleme Tarihi:

Gilead gelecek mi
Oluşturulma Tarihi: Nisan 11, 2017 15:12

Margaret Atwood imzalı ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü ilk kez yirmi yıl önce Laos dağlarının arasına sıkışmış bir vadide kaldığım pansiyonda okumuştum. Bitirdiğimde, öykünün teokratik diktatörlük ülkesi Gilead’i düşündüm... Gilead gelecek miydi? Romanı yirmi sene sonra bu defa Türkçe çevirisinden okudum. Gilead gelecek mi, artık aklımda bir soru değildi...

Haberin Devamı

Margaret Atwood’un ünlü ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü ilk okuduğumda hikâyenin ne ile ilgili olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dünyanın uzak bir köşesinde, Laos dağlarının arasına sıkışmış bir vadide kaldığım pansiyonda elime geçmişti kitap. Sırtımda ufak çantamla Asya’yı geziyordum. Yanıma fazladan tişört, ayakkabı ya da normal boy diş macunu alamadığım gibi kitap taşıma lüksüm de yoktu. Neyse ki gezgin rotalarına kurulmuş pansiyonlarda derme çatma da olsa daima bir kitaplığa rastlıyordunuz ve raflarından istediğinizi alıp, sırtınızdaki kitabı oraya bırakabiliyordunuz.
‘Damızlık Kız’ da elime böyle geçti. O uzak köyde karşıma çıkınca eski bir dostla karşılaşmış gibi sevindim. Atwood’un pek çok kitabını okumuştum. Tozlu, virajlı yollarda, üstü açık kamyonetlerde, tavuklarla, keçilerle, annelerinin kucağıma bıraktığı bebeklerle yolculuk etmekten yorulmuştum. ‘Damızlık Kızı’ kolumun altına kıstırıp Mekong nehrine nazır hamaklardan birine uzandım. Dağ tepe gezmeye hiç niyetim yoktu. Zaten kaldığım köyün fosforlu yeşile çalan pirinç tarlalarında Vietnam savaşından kalma mayınlar döşeliydi hâlâ. Böylece ilk sayfayı çevirdim.

Haberin Devamı

Bence şanslıydım. Şanslıydım çünkü ‘Damızlık Kızın Öyküsü’ hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Prensipten çok sabırsızlıktan arka kapak okuma huyum da yoktur. Kapak tasarımına bile ancak kitabın ortalarına geldiğimde dikkat ederim. O akşamüstü de sevdiğim bir yazarın kurduğu dünyaya balıklama dalmanın telaşı içinde ne kitabın ismine, ne de ön yüzündeki kırmızı pelerinli, kukuletalı kadına bile dikkat etmişim. Hâl böyle olunca ilk bölümü bitirmeden şaşkınlığa düştüm. Bu hikaye nerede, ne zamanda geçiyordu? Fredinki (orijinalinde Offred) diye anılan anlatıcı karakterimiz tam olarak hangi işlevle o evde bulunuyordu? Dünyaya ne olmuştu?

Evet bence çok şanslıydım. Çünkü sorularımın cevaplarını perde perde açılan ustaca kurguda buluyordum. Kısa sürede güneş dağların ardında yitti gitti, sivrisinekler taarruza geçti, hamaktan kalkıp odama girdim. Akşamları sadece iki saat çalışan jeneratör tavandan sarkan çıplak ampullere elektrik gönderdi. Sonra o da bitti. Ben mum ışığında okumayı sürdürdüm. Kurgu en sevdiğim cinstendi. Baştan hiç bir şey anlamıyorsun. Bir zaman dilimine, dünya üzerinde bir coğrafyaya, bir kadının hayatına ortasından giriveriyorsun. Anlatıcı senin kafandaki karışıklığı düzeltmek için çaba sarf etmiyor. Kendi zihin ve zaman akışı içinde kâh gününü, kâh maziden bir anıyı anlatıyor. Okur da anlatan kadar çaba göstermek zorunda bu yapbozun parçalarını yerine koymak için. Ve sonunda işte yazarın ustalığı orada kendini gösteriyor ve bir tek yönü bile aksamayan, okurun kafasındaki her bir sorunun cevabı verilmiş bir biçimde hikâye sona bağlanıyor.

Haberin Devamı

Tabii ‘Damızlık Kız’da hikâye sona bağlanıyor mu, yoksa aslında her şey o sonda mı başlıyor, bu metin ne zaman yazılmış, yazar bu konuda bizim ne düşünmemizi istemiş gibi sorularla bitiriyor insan. Sadece hikayeyi değil, metnin oluşma hikâyesini de düşünmeye davet ediyor. Bu açıdan metakurmacasal bir tarafı da var. Ama ben o genç yaşımda, dağların arasına sıkışmış bir Laos köyünde, mum ışığında bitirdiğim romanı yastığımın yanına bırakıp yatağıma sırt üstü uzandığımda bunları düşünmüyordum.

Tüm kadınlar bir erkeğin...
Ben Gilead Cumhuriyeti’ni düşünüyordum. ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nün geçtiği teokratik diktatörlük ülkesini... Yakın gelecekte bir zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde toplumsal düzeni tepetaklak eden bir askeri darbe yapılmış. Hristiyan püritenlerin idareyi ele geçirdiği o günden sonra da evlilik dışı ilişki yaşayanlar, boşanmışlar, feministler, Yahudiler ve hatta Katolikler bile yeni düzen tarafından yutulup yok edilmeye başlanmış. Gilead’ın yeni toplumsal yapısı ve egemen ideolojisi elbette kadınların görünürlüğü üzerinden düzenleniyor. Ülkede yaşayan tüm kadınlar bir erkeğe ait sayılıyor. Anlatıcımız gibi bir erkeğe çocuk versin diye damızlık kız olarak görevlendirilmiş kadınların isimleri bile yok. Hangi erkeğin ‘damızlığı’ ise o erkeğin isminden türemiş bir isimle çağrılıyor. Hane halkının başı Fred ise damızlık kızın ismi Fredinki mesela. (Kitabın orijinalinde Offred- ki burada Atwood her zamanki sözcük oyunlarına başvurmadan edemiyor. Offred bir bakışta bize sunulmuş, adanmış, anlamlarına gelen ‘offered’ kelimesini de hatırlattığından.)

Haberin Devamı

Pansiyondan ayrılırken kitabı Laos dağları arasına sıkışmış o küçük vadide bıraktım, bir sonraki okuru için ama Fredinki ve içinde yaşadığı dünya benimle dünyayı gezmeye devam etti. Orwell’in ‘1984’ünü okurken ilk defa hissettiğim ama “Bize olmaz öyle şey canım” diye diye bilincimin gerisine attığım o kaygı, bir kadın anlatıcın ağzından aktarıldığında, giydiğini, çıkardığını, bakışını, oda perdesinin aralığını devamlı olarak bir suçluluk çerçevesi içinde düşünmek zorunda kalmanın aşina çilesini ucundan tanıyınca yüreğimi ele geçirmişti.

Gilead gelecek miydi?
Tozlu virajlı yollarda, üstü açık kamyonetlerde bir ülkeden diğerine geçerken kendi kendime bunu soruyordum.
Gilead gelecek miydi? Ben kadın başıma, sırtımda bir çanta ile ülkeden ülkeye hoplaya zıplaya dolaştığım, “Bana bir oda lütfen” diye pansiyon lobilerine, evime girer gibi girdiğim şu zamanlardaki özgürlüğümü hayretle anacak, belki de Fredinki’nin geçmişi hatırlarken sık sık başına geldiği üzere bu kadar özgürlük hikâyesi karşısında belleğimin beni yanılttığına kanaat getirecek miydim?

Haberin Devamı

O zaman daha 20. yüzyıldaydık. Sonraki yüzyıl özgürlüklerimizi güvenlik adına kendi ellerimizle teslim ettiğimiz, özel hayatımızı eşi benzeri tarihte görülmemiş bir açıklıkta dünya aleme ilan ettiğimiz bir sahne ile açıldı. Telefon numaralarımız, ev adreslerimiz, bir gün içinde girip çıktığımız tüm mekânlar meraklısı için bir tık ötedeydi artık. Gilead’ın ‘gözleri’, ‘1984’ün ‘Büyük Birader’i gibi her anımızı, her adımımız izler oldu ama ne Atwood’un ne de Orwell’in aklına gelen ayrıntı, o gözlere bizzat kendi irademizle açılacağımızdı. Eh, boşuna dememişler edebiyat asla hayat kadar şaşırtıcı olamaz diye!

‘Vay be ne özgürmüşüz!’
‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü yirmi yıl sonra bu defa Türkçe çevirisinden okudum. (Sevinç Altınçekiç ile Özcan Kabakçıoğlu’nun tercümesi insana çeviri bir metin okuduğunu unutturtacak kadar iyi.) Gilead gelecek mi, artık aklımda bir soru değildi. Gilead şüphesiz gelecekti. Gilead geleceğimizdi. Atwood bunu –ironiye bakın ki- 1984 yılında görmüş, geleceği ince ince kurmuştu.
Gilead gelecek ise oradan maziye bakıp da “Vay be ne özgürmüş” diyeceğimiz günler de tam bu günler olmuyor mu? İnterneti cebimizde taşıyoruz, istediğimize mesaj yazıyor, merak ettiğimiz bilgiye çok da zorlanmadan ulaşıyoruz. Bize dayatılan doğrunun dışında da gerçekler bulunabileceğine dair bir kuşku duyabiliyor, kuşkunun peşinden gidip farklı kaynakları araştırabiliyoruz. Savaşlar, kadına şiddet, terörizm, vize gereklilikleri derken gezegende fütursuzca gezeceğimiz alanlar azalsa da az buçuk zorlanarak bir çoğumuz hâlâ ülkeden çıkıp, sonra geri dönebiliyoruz. Âşık olabiliyor, âşık olduğumuz insanla bir hayat hayal edebiliyoruz hâlâ.
Gilead’ın insanları bunları yapamıyor.
Geleceği düşündükçe ben bugünden şikayet etmeyi bırakıyor, eriyip giden özgürlüklerime daha sıkı sarılıyorum. Gilead günlerinde çünkü gerçeğin bize dayatılan tek doğru olmadığını hatırlamamız ve onu bilmeyenlere hatırlatmamız için bugüne tanıklık etmiş olmamız önemli.
Çok önemli.

Haberin Devamı

*Defne Suman, yazar. Doğan Kitap’tan yayımlanmış, ‘Emanet Zaman’ ve ‘Yaz Sıcağı’ adlı iki romanı var.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!